Salı, Eylül 12, 2006

fatih çekirge zıplayamıyor

'şehit' ailelerinin angaje konumlarından çıkıp soru sormaya başlaması, iktidarın paçalarını tutuşturmuş olmalı ki, zinde kuvvetlerin tetikçi gazetecisi fatih çekirge'yi devreye sokmuş, hürriyet. çekirge, dünkü hürriyet'teki yazısında başbakan'ın masasının üzerine konan bir 'andıç'tan söz ediyordu. pkk'nin 'şehit' ailelerini kullanıp memleket topraklarında nifak tohumlarını yeşrtmeye çalışacağını söyleyip "bu tuzağa dikkat" başlığını attırıyordu. bugünkü manşette de okay ailesi konuşturulup "bu tuzağa düşmeyiz" dedirttirilmiş. böylece "isyan edecekseniz de haddinizi bilin" mesajı verilmiş. neden?

çünkü şu yeryüzünde egemenlerin korkması gereken birileri varsa, onlar ne zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar, ne de gün boyu başlarına bomba yağdırılan halklar. annelerden korkmak gerekir. çocuğunu başkalarının uyuşturucu/petrol savaşında haybeye kaybeden, çocuğuna jandarma tarafından bok yedirilen, çocuğu gözaltında kaybedilen, bilmem kaç yıl sonra kemikleri çocuklarının kemikleri toplu mezarlardan çıkan annelerden.

bu korku yüzünden olmayacak komiklikler de ortaya çıkabiliyor. örneğin çekirge, yazısını şu paragraf ile bitirmiş:

"evet, türkiye bu sinsi plan karşısında önemli bir sınav verdi ve kenetlendi. işte bu yüzden türkiye cumhuriyeti büyük bir devlettir."

haber ile propagandanın içiçe geçmesinin bu kadar yontulmamış, bu kadar acul ve usturupsuz örneğini uzun süredir görmemiştim. yazar, gazeteci, her ne haltsa, okay ailesi ile konuştuktan sonra rahatlamış olmalı ki, türkiye'nin büyüklerinin sıkça kullandıkları yönteme başvuruyor. aynanın karşısına geçip soruyor: "ayna ayna, söyle bana. benim devletimden daha yücesi var mı bu dünyada?"

Cuma, Eylül 08, 2006

şimdi başka anneler konuşuyor

oğlu güneydoğu'daki kirli savaşta öldürülen anneler, bildiğimizden farklı bir dille konuşmaya başladılar. daha doğrusu, ortalığı yaygaraya veren milliyetçilerin sesini bastırdı, annelerin sesleri. milliyetçiler/faşistler kötü yakalandılar. çünkü bu annelere 'vatan haini' demek, 'şehit annesi' mertebesinin kendinden menkul büyüklüğünü bir kalemde silip atmak olur. birkaç gündür gazetelerinde çaresizce kıvırıp duruyorlar.

peki, neredeydi bu anneler? aslında çatlak sesler hep oldu. ama varolan militarist ortamda kendilerine ses alanı bulamadılar. o alanı yaratmaya çalışanların kafasına militarist mekanizma bin bir yöntemle indi. örneğin, tomris özden'i anımsar mısınız? 1995 yılında kimvurduya giden albay rıdvan özden'in eşi. eşinin ölümünden sonra, kürt sorununun şiddetle çözülmeyeceğini söyleyip öldürülmüş bir kürt gerillasının kızkardeşi ile elele tutuşup basına poz vermişti. bu kadarı, memleketim basınına fazla gelmeye yetmişti. hürriyet gazetesi ve emin çölaşan harekete geçti. tomris özden'in ruhsal hastalığı ile ilgili raporlar bulundu, eşi ile ayrılmak üzere olduğu ortaya çıkarıldı ve özden, nihayetinde degrade/ekarte edildi..

ana akım medya, yürütülen kirli savaşa karşı bıkkınlığı bastırmaya artık kalkışmıyor. tabii, bunun nedenlerinden biri, süregiden çatışma ortamının faturasını şu andaki hükümete kesmeye kalkışmak. ancak AKP hükümeti, bu bıkkınlığı demokratik açılımlara itici güç olarak kullanmaya kalkışırsa bu hesabı ters çevirebilir. yok, bugüne kadar uygulana şiddet politikasını devam ettirmeye karar kılarsa, diğer partilere daha fazla benzeyerek, adım adım erir.

Salı, Eylül 05, 2006

milliyetçilikten nasıl kurtuldum?

ne okuduğum kitaplar, ne geliştirdiğim dünya görüşü, ne de herkül millas gibi, sohbet ettiğim akıllı, donanımlı insanlar sayesinde. pek de muhtaç olmadığım milliyetçilik zehrinin damarlarımdaki kandaki son mevcudiyet kırıntılarını, türkiye-isviçre maçında, 'bizim çocukların' ulusal maçları okurken yüzlerinde gördüğüm faşizan, yok yok, basbayağı cinai ifade sayesinde kurtuldum. fatih terim ve yanındaki davut dişli adlı, faşistliği herkesçe bilinen karanlık adamın planları sonucu bazıları baştan hazır olan çocuklar, yeşil sahada faşist katillere dönüştürülmüşlerdi. eminim 16 mart 78'de istanbul üniversitesi'ni bombalayanlarda da, çorum ve maraş'ta aleviler'i acımasızca katledenlerde de aynı yüz ve ruh ifadesi vardı, ne eksik, ne fazla. bir anda 'türk olmak' denilen bağdan sıyrıldığımı hissettim. artık bu iğrenç cinayet şebekesi bozuntularını değil, en azından bir futbol takımına daha fazla benzeyen isviçre'yi tutuyordum.

bu ‘tutum’, birkaç dakika içinde santimantal bir hal aldı. maçın başında alpay'ın penaltıya neden olması ile birlikte havaya sıçrayıp bir sevinç çığlığı attım. maçı evde benimle birlikte izleyenler gözlerine inanamadı. önemli bir andı. benim gibi bir futbol delisinin önce ulusal takımdan, sonra da ‘milli hislerden’ kopuşunu sağlayan güç, takımın başındakiler oldu.

bu hafta malta ile deplasmanda oynuyor türkiye. değişen pek bir şey yok. davut dişli milli takım’dan uzaklaşsa da ortalarda gezinmeye devam edip uygun bir anı kolluyor. fatih terim deseniz, o her devrin adamı, yeniden yükselen değer mehmet ağar’ın hempası. takımda adlarına üzüleceğim oyuncular da var; ama başında böylesi güçlerin, böylesi insanların bulunduğu bir takımı ben tutmam. o yüzden, yarın en iyi olasılıkla tarafsız kalacak, belki de malta’yı tutacağım –ne de olsa onlar daha güçsüz takım-. geçmişin rantını yiyen –ayda 110 bin dolar, yuh!- bu teknik direktör gidene kadar da ‘diğer’den yanayım.

ancak ahmaklık...

her türk asker doğmaz. bazıları uyduruk bir eğitimden sonra asker yapılır; sonra da çatışmaya gönderilip öldürtülür.

"anne biz burada ne yapıyoruz bilmiyorum, elimde silah dolaşıyorum sadece. kimse türkçe bile bilmiyor" demiş asteğmen burak okay, telefonda annesine. "anne, sadece bir kez silahla atış yaptım. her gün 5 kilometre koşmaktan başka bir şey yapmadık. ayaklarım su topladığı için günlerce yürüyemedim. orada ne olacak bilmiyorum" demiş, güneydoğu'ya gitmeden önce. bu cümleler, size bir şeyler anımsatmıyor mu? hani, abd'nin ırak'ı işgalinden sonra abd askerleri birer birer ölmeye başlayınca, bazı abd askerleri de benzeri açıklamalar yapmıştı. keza tarih: vietnam.

annesinin söyledikleri, türkiye'nin kara tablosunun acımasız bir okuması: "(...) 20 yıldır dağlarda yaşamış bir teröristin karşına, eline silah almamış birini atmak terörle mücadele oluyorsa ve sonunda vatan sağ olsun deniyorsa. bu ancak ahmaklık olur."

birileri yurtseverlik ile ahmaklık arasındaki çizginin neden bu kadar inceldiğini soruyor. yanıtını türkiye cumhuriyeti'nin 12 eylül sonrası tarihinde okuyabiliriz.

bilal türkiye'ye döner mi?

bu ülkenin başbakanı, dün "artık şehit cenzazesi istemiyoruz" diyen birine "askerlik yan gelip yatma yeri değil" dedi. oğlu brookings enstitüsü'nde araştırma görevlisi. dönünce nerede askerlik yapacağını, bu sözlerden sonra, artık bütün türkiye merakla izleyecek. belki de dönmez. ben olsam dönmem. yukarıdaki aşağılık cümleyi sarfeden, babası gibi birinin başbakanlık yaptığı, belki de cumhurbaşkanı olacağı bir ülkeye neden dönsün ki?

lübnan’a dörtnala

bugün tbmm’de türkiye’nin lübnan’a asker gönderip göndermemesi oylanacak. 1 mart’taki gibi bir sonucun çıkması çok zor; çünkü hem ulusal, hem uluslararası koşullar farklı. sıralamak gerekirse:

1. ırak’ın aksine, bu müdahalede bm’nin kararını hiçe sayan koalisyon ülkeleri yerine, bm’nin bizzat kendisi var. bunun hangi aşamalar sonucunda sağlandığı, ne kadar ahlaklı bir karar olduğu konusundaki mülahazalar bir yana, görünüm böyle.

2. en önemli, ancak pek değinilmeyen nedenlerden biri, abd’nin ırak’ın işgalinde izlediği politikanın aksine, türkiye’nin lübnan’daki varlığı için yüksek bir profil çizmemesi. neredeyse, “bizim için farketmez, ama katılsanız iyi olur.” çizgisinde bir politika izliyor abd, türkiye’ye karşı. bir de ırak’ın işgali zamanındaki abd müdahaleciliğini anımsasanıza! meclis’ten ‘evet’ çıkmamasının en önemli nedeninin bu olduğu anlamış, dersine çalışmış abd.

3. lübnan’a asker gönderen ülkeler arasında ırak’ın işgali sırasında abd’ye kafa tutan fransa ve berlusconi’yi devirdikten sonra yaptığı ilk iş askerlerini ırak’tan çekmek olan italya var. bu da türkiye’nin lübnan’da abd politikalarına hizmet edeceği yönündeki argümanları zayıflatıyor.

ancak madalyonun diğer yüzünde, “neden bu ülkeler de asker göndermek için birbiriyle yarışıyor?” sorusunun yanıtı var. gelmekte olan büyük savaş için bir prelüd, bir peşrev? abd ve israil iran’a saldırıp ortalık karıştıktan sonra orada olmanın avantajını kullanmak, en yüksek olasılık. ne de olsa petroün akdeniz’e açılması için mühim bir koridorun ortasında yer alıyor lübnan. bir de, eğer suriye ve iran hedef tahtasındaysa, lübnan’ı da ‘aradan çıkartmak’ iyi fikir olabilir.

ne biçim dünyaysa bu, hizbullah’ın meşruiyetini perçinlemesi ve iran’ın nükleer silah üretme kapasitesine bir an önce ulaşabilmesi, abd ve israil’in emperyal çılgınlıklarını dizginleyebilecek etkenlerin başında geliyor. eğer batılılar’ın gerçek amacı hizbullah’a diş geçirmekse, umarım başarısız olurlar.

Pazartesi, Eylül 04, 2006

köprü zammı

herkesin kapıldığı infial dalgasından azat bir yazı, ilk kez bugünkü hürriyet'te mehmet y. yılmaz tarafından kaleme alınmış:

"eğer köprü geçiş ücretleri tek kişinin geçişini ekonomik olmaktan çıkaracak seviyede olursa otomobillerin birer kişiyle trafiğe çıkmalarını önlemek de mümkün olabilir.
bu aynı zamanda kent için trafiğini rahatlatacak da bir çözüm olur."

hislerime önemli ölçüde tercüman olmuş yılmaz. öyle ya, istanbul'un altında araba olan orta-üst sınıfının etkinleneceği bir zammın hesaba katılmayan olumlu etkilerine bakmak gerekirse: ekonomiye katkı, çevre/eksoz kirliliğinin azalması, trafik yükünün azalması...

yurtdışında bir kişilik otomobillerin trafiğe çıkmasını engelleyici türlü önlemler alınıyor: yalnızca sağ şeridi kullanma izni, vb... türkiye'nin de içinde bulunduğu ekonomik durum dikkate alındığında, böyle bir ekonomik caydırıcılık bana son derece mantıklı geliyor.

böyle bir adımın tam ölçekte anlamlı olabilmesi için, toplu taşımanın da verimlileştirilmesi ve insani hale getirilmesi gerekiyor. o da ayrı bir bütçe sorunu; bu yüzden bunun kısa vadede çözülemeyecek bir sorun olduğu kesin.

toplu taşıma yerine otomobillerini kullanmaya devam etmek isteyeceklerin yapması gereken şey, yukarıda sözünü ettiğimi türden önlemlerin alındığı ülkelerdeki gibi, komşuları ile anlaşıp otomobillerini dönüşümlü kullanmak. tüketici mızmızlanması bu konuda haksız. benzine verecek parayı bulanlar, lüks yolculuklarına devam etmek istiyorsa, köprü bedelini de lütfen ödesinler.

Cuma, Eylül 01, 2006

kanlı pişkinlik

hürriyet gazetesinin faustus’u ertuğrul özkök, iki yazısında türkiye’de yaşayan kürtler’e sesleniyor. 30 ağustos’ta, “bu ülkeyi seviyorsanız, pkk’ye karşı ayaklanmanızın zamanı geldi.” babında bir çağrıda bulunuyordu:

“eğer bu ülkede gerçekten bir arada ve barış içinde yaşamak istiyorsak, bunu ispatlamanın, bütünü dünyaya göstermenin fırsatı önümüzde.
ayağa kalkın.
ülkenize, çocuklarınıza, gençlerinize, vatanınıza sahip çıkın.
bu aşağılık güruhun karşısına hep birlikte dikilelim.
sesinizi çıkartın, itirazınızı dile getirin.
göreceksiniz bakın bu alçak insanlar nasıl kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp toz olacaklar.”

özkök’e sormak gereken birçok soru var, hatta bunların başında neden bu gezegende varolduğu bulunuyor. ancak bu çağrıları, mesela 80’lerde köylülere bok yediren, 90’larda kürt köylerini yakan askerler, diyarbakır şehrinin sokaklarında kürt hareketinin önde gelen adlarını ‘avlayan’ özel timciler için neden yapmadığını sormak, faustus’a daha uygun olur sanırım.
bundan iki gün sonraki yazısında, insan hakları derneği üyelerinin kendisine şu soruyu yazılı olarak sorduğunu belirtiyor: “acaba kürtlere tepki göstermeleri için seslenirken, ege’de, karadeniz’de, akdeniz sahillerinde ya da ülkenin herhangi bir yöresinde yaşam mücadelesi veren yoksul kürt yurttaşları hedef haline getirdiğinizi hiç düşündünüz mü?”

bundan önce sarfettiği, türk halkının kürtler’e genel bir garezi olmadığını belirten cümlelerle bu soruyu geçiştirdiğini sanıp tabir-i caizse ‘salağa yatıyor’; “el insaf, yazımdan bu sonuç mu çıkıyor?” diye, pişkince soruyor. ondan birkaç paragraf önce de, “pkk bunca terör olayı yaparken bir tek türk vatandaşı, bu ülkenin bir kürt vatandaşının evinin kapısına işaret koymadı. ülkenin her şehrinden, kasabasından şehit cenazeleri kalkarken, ülkenin tek kürt vatandaşına saldırı olmadı. evi taşlanmadı, canına kastedilmedi.” diyor. radikal’de ismail saymaz’ın haberi ve istanbul’da her gün olan; ama bir türlü gazetelere yansımayan olaylar, özkök’ü yalanlıyor. ama onun derdi yalanlanmak değil. çiller’in vakti zamanında ermeni soykırımını yalanlamak için türkiyeli ermenileri göreve çağırmasındaki faşizan tutum, özkök’ün paçalarından damlıyor.

yarın birileri kapılara çarpı atmaya başlayınca, bu yazıyı anımsayacağız. birileri çıkıp “biz kürtleri terör konusunda duyarlı olmaya çağırmıştık; günah bizden gitti.” deyince, tarihin kara bir belgesini daha anımsamak zorunda kalacağız.

linç kültürü: faşizmin özelleştirilmesi

önce sakarya'da başladı geçtiğimiz yıl. sonra buna türkiye'nin diğer illeri eklenmeye başladı birer birer. izmir, bozüyük, kayseri, samsun, artvin, ordu, izmit, erzincan, ısparta, mersin, kırklareli, tokat, konya... türkiye'nin dört bir yanında vatanı diğerlerinden daha çok sevdiğini iddia eden birileri, gelin şuna düpedüz 'faşistler' diyelim, bunu birilerini döverek tescil ettirmeye çalıştılar. sakarya'da tayadlılar oldu bu; erzincan'da tgf üyeleri.

linç kültürü türkiye'ye yeni giren bir kavram değil. ancak türkiye'nin ve dünyanın değişen koşullarıyla ilgili, ağızda hayli acı bir tat bırakan bir ironi söz konusu burada. eskiden linçin koşullarını devlet belirler, linçi bizzat devletin muhtelif aygıtları yönetirdi. maraş’ta, sivas’ta, çorum’da, daha geriye gidersek kanlı pazar’da, tan gazetesinin basılmasında olanlar, türkiye’de devlet aygıtlarının nasıl çalıştığı konusunda bir ipucu veregeldi.

ancak şimdi durumun farklılaştığını görüyoruz. avrupa birliği üyelik sürecinin dayatmalarıyla türkiye, bir demokratikleşme sürecine girdi; ancak bu demokratikleşme sürecinin toplumsal ortamla koşut işlemesi için gereken koşullar yok. gerek kürt ayaklanması, gerek islam’ın gündelik yaşamda giderek artan etkisi, gerek merkez ile çevre arasında giderek artan gerilim, zaten sağda olan toplumu daha da sağa itti. ancak yasal ve siyasal düzenlemeler, liberalleşen bir toplumu gereksinince; bir boşluk doğması kaçınılmazlaştı.

bu boşluğu ise, eskiden bu görevi verilince yapan faşistler, bu kez kendi inisiyatifleri ile doldurdu. bir diğer deyişle, eskinin taşeronları, şimdi ‘adaletin özelleştirilmesi’ hareketiyle birlikte, ihaleyi aldılar. işin kötüsü, yaptıklarıyla toplumun önemli bir kesiminin hislerine tercüman olmaları.