Salı, Ekim 31, 2006

kürt anneleri ikna turu

bugünkü hürriyet ve sabah gazetelerinde manşetten giren haber: askerler, oğulları dağda olan kürt anaları ile konuşup onlardan oğullarını dağdan inmeleri için ikna etmelerini istiyormuş. birkaç gün önce 'teröriste af yok' diyen bu silahlı kuvvetler değil miydi? basına ayarı verip sonra çaktırmadan örgüt ile uzlaşı noktaları arayarak bu işi çözümlemeye kalkmanın tabii ki kötü bir tarafı yok. hatta türkiye'deki milliyetçi havayı da tatmin etmek için, bu stratejinin iyi bile olduğu söylenebilir. ancak yine de benim gibi insanlar, bu acul ikiyüzlülük karşısında tiksinmekten alamıyor kendini.

ancak, görünen o ki, kapalı kapılar ardında bir hareketlenme başlamış durumda. iyi tarafım diyor ki, halkın milliyetçi duygularının eritilmesi için böyle bir 'spin' verilmiş olabilir. düz ovaya giden yol, mayınlardan arındırılmış olabilir.

Cuma, Ekim 27, 2006

kylie minogue'un kostümleri ve sanat


kylie minogue'u oldum olası güzel bulurum. işin ilginci, niye güzel bulduğumu da bilmem. ilk bakışta, belirli bir estetik çıtayı aşmış herkese sıradan, hatta kısmen zavallı gelebilecek bir hali vardır. kısa boyu ile soyunduğu seks sembollüğü, sanki beyhude bir çaba gibidir. uzaklardan bir yerden uzun boylu arka sayfa güzellerinin arasına tırmanmaya çalışır gibidir. işin daha da ilginci, ona bakınca, inşa edilmiş bir güzellik görmemek olası değildir.

basit bir açıklaması, erkeğin içindeki avama hitap ediyor olma olasılığıdır. daha karmaşık bir açıklama ise, erkeğin aradığı 'sağlam' kadına benziyor oluşu olabilir. avustralyalı oluşun etkisi midir, bilinmez; minogue'un kırılmaz bir hali vardır. düşse ağlamaz, kalkıp gülerek devam edebilir -gibi gözükür. yaşadığı göğüs kanserinin bende uyandırdığı saygı da olabilir.

minogue'un sahnede giydiği giysiler, fotoğraflar, sesler ve videolardan oluşan bir 'retrospektif' sergi, londra'daki victoria and albert müzesi'nde şubat ayında açılıp haziran'a kadar açık kalacakmış. müze, moda sergilerine evsahipliği de yapan bir yer olsa da, guardian'da bugün rastladığım yazı, serginin sanatsal içeriği hakkında düşündürdü beni. yazar, sanatın 'kitlelere inmek için uyguladığı taktikler'den söz etse de, aslında böyle bir sergi, başka bir şeye karşılık düşüyor.

aynı yazıda sözü edilen, tracey emin'in "yatağım" adlı yapıtı, 1999'da ortaya atıldığında ingiltere'de bir hezeyan dalgası yaratmayı başarmıştı. kamusal/özel alanı kadınlık ve sanatçılık kimlikleri üzerinden tartışmaya açan bu iş, sonuçta manzoni'nin 1961'de kavramsal sanat adına 'sıçtığı' işin çok da karmaşık olmayan bir çeşitlemesi.

manzoni'nin yaptığı, içine sıçtığı onlarca kavanozu paketleyip üzerine ingilizce ve italyanca "yüzde yüz hakiki sanatçı boku" yazıp onları sergilemekti. emin'in sergisindeki prezervatifler ve doğum kontrol hapları, dışkıdan daha zayıf bir gerçekliğe, hatta aslında bir olmayana, oldurulmayana denk düşüyor. ancak emin'in işinin, manzoni'ye referans verilmeden yargılanması haksızlık, hatta belki de ahlaksızlık. bu yüzden kavramsal olarak zayıf kalmaya mahkum, emin'in işi.

oysa minogue'un bir 21ç yüzyıl 'celebrity'si olarak yaşamının açılması, kavramsallaştırmaya daha açık, daha çok bakir kavramsal alan taşıyor kendi içinde.

şimdi, bunların hangisi daha iddialı bir sanat yapıtı? emin'in yatağı mı, minogue'un sahne arkası mı?

Pazartesi, Ekim 16, 2006

büyükanıt yine konuştu

namlı 'kürtkıran' mehmet ağar'ın geçtiğimiz hafta "dağda silahla dolaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar" sözü, genelkurmay başkanı'nca 'uygun' biçimde yanıtlandı. büyükanıt, "anaların feryadını duyduğunu söylüyor. herhalde cumartesi annelerinin feryadını kastediyor." demiş. şimdi, bölücülük dedikleri bu değilse nedir? eğri oturup doğru konuşmanın zamanı geldi. "bölücülük" sözünü ağzından düşürmeyenler, doğu topraklarındaki insanlara ayrımcılığın hasını on yıllar boyunca uygulamadı mı?

Cuma, Ekim 13, 2006

iki ödül, bir gazete

yıllar önce, 12 eylül faşist rejiminin etkisinin bugünkünden daha fazla hissedildiği günlerde, ülkeyi yönetenler, atatürk barış ödülü diye bir ödül verme kararı almışlardı. 1986 yılında, ilk ödülü nato eski genel sekreteri joseph luns’un almasına bakılırsa, ödülün kimler tarafından hangi motivasyonla verilmeye başlandığı ortaya çıkar. ödülü alan dördüncü kişi, darbeci general kenan evren olmuştu. başka ülkelerde hapse atılan darbecileri biz ödüllerle besliyoruz, bunun da kılıfı ‘atatürk’ adı oluyor.

neyse, konumuz bu değil. iki yıl sonraki ödül de nelson mandela’ya verilmişti. kenan evren ve nelson mandela’nın adını aynı yerde görürseniz nasıl bir tepki verirsiniz? türkiye, bu ucubeyi de başarabilen bir ülke. biri işkenceci bir general, diğeri işkencelerden geçmiş, ama ülkesinde ırkçılığa karşı mücadelesiyle ayakta durmuş bir savaşçı. mandela da bu tuhaflığı görmüş olmalı ki, türkiye’deki insan hakları ihlallerinden dolayı ödülü reddetti.

bir gün sonra, 'hürriyet’in manşeti, “çirkin afrikalı” idi. mandela gibi tüm dünyanın saygınlığını kazanmış bir dava adamına böyle fütursuzca bok atabilen, ırkçı bir gazeteden söz ediyoruz.
bunu yapabilen gazetenin orhan pamuk’un nobel ödülü’nü kazanmasını kutlamayı beklemek anlamsızdı. ancak ertuğrul özkök’ün her yanından sinsilik damlayan o klasik cümlelerinin tarihsel arka planını anımsamak da şart.

bu yüzden, ümit kıvanç’ın iki yıl önce http://www.haysiyet.com/ da yazdığı bir yazıyı alıntılamak ihtiyacını hissettim. onları sunmadan önce, atatürk barış ödülü'nü anımsatayım. 2000 yılında çöpe atıldı. ama 'hürriyet', işlevini yerine getirmeye devam ediyor:

hürriyet, devlet bu toplumu nereye yönlendirmek, nasıl sürüklemek ve yönetmek istiyorsa bunun gereğini yapmaktır.
hürriyet, "kıbrıs davası"nın, devletin gizli bir planına dayanan gizli örgütlenmesi ve faaliyeti olmaktan çıkarılıp "millet"e benimsetilmiş bir "dava" haline getirilmesidir.
hürriyet, milliyetçi hezeyanların kışkırtılmasıdır.
hürriyet, devletten bahsederken "biz" demektir.
hürriyet, türkiye'yi devletin türkiye'si saymaktır.
hürriyet, devletin derinliklerinde yapılan gizli hesapların gereklerini halk diline tercüme etmektir.
hürriyet, emin çölaşan'dır.
hürriyet, otuz küsur kişinin öldürüldüğü, mahkûmların canlı canlı ateşe verildiği bir operasyonu "devlet girdi" diye sunmaktır.
hürriyet, sendikasız, güvencesiz işçilerin, yoksul köylülerin, köyleri boşaltılmış, aç açıkta kalmış insanların, büyük şehir varoşlarında çöp toplayan çocukların görünmediği bir tablodur.
hürriyet, yoksulluğun, işsizliğin sözünün edilmediği, bunlardan sözetmeye kalkışanların alay konusu edildiği bir görmemişler eğlencesidir.
hürriyet, yoksunların, iktidar sahibi olmayanların âdeta aşağılandığı, neoliberal şımarıklıkların, küstahlıkların "lifestyle" ambalajıyla gözümüze sokulduğu, sonradan görmeliğin hakikatin keşfi kılığına büründürüldüğü bir elitler âlemidir.
hürriyet, yönetici gazetecinin kendine hayranlığı ve narsisizminin bir tarz olarak geçerli kılındığı, bu tarza uygun gazetecilerin, yazarların yetiştirildiği bir kolejdir.
hürriyet, ayşe arman'dır.
hürriyet, gazetecilik mesleğinin tanımında yeralan temel ölçütlerin havaya uçurulmasıdır.
hürriyet, gazeteciliğin aslî itici güçlerinin yerine bambaşka amaçların geçirilmesi, gazeteciliğin meşruiyet kaynaklarının gazetecilik dışında bambaşka alanlarda aranmasıdır.
hürriyet, gazeteciliğin, genel olarak güçlünün, özel olarak "mal sahibinin" emrine verilişinin manifestosudur.
hürriyet, ertuğrul özkök'tür.
hürriyet, sadece para değil iktidar peşinde de koşan, tekelci bir işadamının "amiral gemisi"dir.
hürriyet, "büyük gazete"dir.
hürriyet, aydın doğan'dır.
hürriyet, türkiye'de "mühim işlerin" nasıl döndüğünü anlamak isteyen birinin ilk elde incelemesi gereken veri topluluğudur.
hürriyet, türkiye'nin egemen düzeni, resmî kültürü ve yerleşik, yaygın saplantıları, takıntıları, ergenlik belirtileri, olmamışlıkları, kompleksleri konusunda ana kaynaktır.
hürriyet, türkiye'de yaşayan insanların, eğer insanca yaşamak istiyorlarsa değiştirmek zorunda bulundukları her şeydir.
evet, doğru, bu anlamda hürriyet, sadece bir yüzüdür, ama türkiye'dir, hürriyet, sadece bir yüzüdür, ama yaşamdır, hürriyet, adının ifade ettiği veya çağrıştırdığı şeylerle birlikte anılamayacak ne varsa odur.

pamuk ve nobel 2: milliyetçilik = zevzeklik

arslan bulut, yeniçağ: melankolik olan, yaşadığı şehrin ruhu değil yazarın kendisi! kültürlerin çatışmasında semboller bulduğu doğru da birleşmesi için bir çabası yok! yazar, içinde doğduğu kültürü aşağılayan romanlar yazmış, hepsi bu! "benim adım kırmızı" demiş! kırmızı, osmanlı zamanında yahudileri sembolize ediyordu. sembol dedikleri bu ve benzerleri!

ruhat mengi, vatan: evet sonunda bir nobel’imiz olması sevindirici ama maalesef ben bazılarını pek kızdıracağını bilsem de “ne pahasına” sorusunu sormadan edemeyeceğim. tv’lerde konuşan ve “bugüne kadar daha çok siyasetimizle ilgileniyorlardı ama nihayet edebiyatımızla ilgilendiler” diyenlere de gülmeden geçemeyeceğim.

orhan pamuk’un sadece edebiyatıyla ilgileniyorlarsa ödülü neden geçen yıl vermediler?

özdemir ince, hürriyet: pamuk sıradan bir yazardır, ödül türk edebiyatına değil, orhan pamuk'a verildi. türkiye satışa çıkarılmıştır, türk tarihi açık arttırmayla satılmıştır. açık arttırmanın en sıfır noktasında satılmıştır; bundan utanç duyuyorum.

Perşembe, Ekim 12, 2006

orhan pamuk ve “makul çoğunluk”

orhan pamuk, nobel edebiyat ödülü’nü aldı. bunu televizyondan duyduğumda, bir türk’ün mü, yoksa bu ülkenin hain ilan ettiği bir başka yazarın mı nobel almasının getirdiği hazdan dolayı kıvanç duydum, bilmem; ama hasan şaş’ın brezilya’ya attığı goldeki gibi hissettim, yıllar sonra. belki de öyle bir şeydi; değirmenlere mızrak sallayan biri, değirmenin tekini devirmişti.

sonra hürriyet gazetesinin web sitesine girdim. bu gazetenin web sitesinin okuyucu yorumları, ortalama türk hakkında az çok bir veri sunuyor. benim göz attığım öğleden sonra saatlerinden 280’den fazla yorum vardı, yalnızca 22’si, pamuk’u kutlar ya da destekler içerikteydi. kalan “makul çoğunluk”, pamuk’un bu ödülü “vatanını satarak” almış olduğunu düşünüyordu. aralarında pamuk’un romanlarını okumaya kalkışanların hepsi, anlamadığını hiç mahcubiyet duymadan itiraf ederken, nobel’in siyasete alet olduğunu söyleyenler, bu ödülün veriliş mekanizmasının nasıl işlediğini bilmediklerini dahi söylememekte beis görmüyorlardı.

birkaç yoruma göz atmakta fayda var:

burak demircan: sen türklere küfret, hakaret et, kötü herhangi bir şey söyle; istersen seni papa bile yaparlar.yeter ki bu yola baş koy.
halil düzgün:
her geçen dakika bu ülkenin üzerindeki kara bulutları artırmaya ve şiddetli fırtınalar koparmaya çalışıyorlar. biz türkler daha önce bir kere kurtulduk; zamanı geldiğinde ikinci defa da kurtulma başarısını gösterebilecek güce sahibiz. bu arada orhan pamuk; bu dalda bu ödülü alan ilk türk değil benim için. çünkü bu düşüncelere sahip bir insan türk olamaz.
emin tunalı:
ilk önce fransız parlamentosu ermeni yasasını kabul etti,sonra da yazar bozuntusuna nobel edebiyat ödülü. bunlar bir komplonun mozaik taşlarıdır.
burçin çiçek:
hainlere ödül veren düşmanlarımız sakın unutmasınlar ki türk milleti ilelebet payidar kalacaktır. artık uyanma zamanı millet. kanmayın bunlara.
bertan canderoğlu:
uluslararası bir ödüle, liyakate sahip olmanın tek yolu kendi ülkeni kötülemekten aşağılamaktan geçiyor. bunu anlamayanlar varsa hiç boşuna uğraşmasın; bu saatten sonra hiç anlayamazlar.

bu mesajları atanların çoğunun mhp’li olmadığını tahmin ediyorum. ama asıl korkutucu olan da bu. bu ülkede faşist olmak, ‘norm’ haline geldi. 6-7 eylüller, kanlı pazarlar, bu tür insanları gazlayarak yapıldı bu ülkede. şimdi aynı insanların şu politik atmosferde ağza düşecek armutlar gibi pişirildiğini görüyoruz. “makul çoğunluk” denilen de bu zaten: egemenlerin işlerine gelmeyen konularda kullanabilecekleri, istedikleri zaman ise kış uykusuna yatırabilecekleri destek gücü. türkçesi ile söylersek, halk.

‘vatan hainliği’ konusunda ise nazım hikmet son sözü söylemişti zaten.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

ankara-istanbul

ankara'ya geri döneli altı hafta oldu. nerdeyse beş yıllık ayrılıktan sonra, değişmiş olduğunu gördüğüm bazı şeyler şunlar:

* eski memur/öğrenci kenti, 'tüketici' adlı yeni sınıfın egemen olduğu bir şehre dönüşmeye başlamış. ben istanbul'a taşınırken, metro, hosta, real gibi tek tük alışveriş merkezleri vardı, onlar da şehrin epey dışındaydı. bunun tek istisnası beğendik idi. şimdi alışveriş merkezleri şehrin içine doğru gelirken, şehir de dışarılara kaymaya başlamış. yani, bir tür kucaklaşma sözkonusu.

* melih gökçek’in frapan zevki, şehre damgasını vurmaya başlamış. bunun yalnızca gökçek ile bir ilgisi yok. onun zevksizliği yalnızca bir sonuç. bu zevksizliği besleyen damar ise, ankara’ya yerleşenlerin genel beğeni anlayışı. düşünüyorum da, şehrin alman plancılar tarafından biçimlendirilmesinin, ankara’ya göç edenlerin şehirler ilişkilerini getto denklemi üzerinden kurması ile bir ilgisi var mı?

* tüketici sınıfının oluşması ile birlikte, emlak anlayışı, çılgın bir rantçılıkla birleşmiş. şu anda istanbul’da olmayan bir arsa paylaşım kavgasının ankara’da olduğu söylenebilir. ne de olsa istanbul’un genişleyebileceği bir yer kalmadı; ama ankara’nın dört yanı hala bakir. neoliberalizm, ankara2ya biraz geç de olsa gelmiş. türkiye denklemleriyle birleşince de, tanıl bora’nın belirlediği gibi, ortaya bir “taşrapol” çıkmış.

* şehirde yeni cazibe merkezleri türemeye başlamış. yüzüncü yıl civarının öyle olduğunu söylüyorlar. konutkent zaten öyle olma eğilimi gösteriyordu. benim de oturduğum yıldız, adamakıllı gelişmiş. tek bilmediğim, doğu cephesinde neler olduğu. bir zamanlar “doğukent” diye bir ölü proje vardı. acaba benzer projeler orada yürüyor mu?

* trafik adamakıllı sorun olmuş. yalnızca trafiğe çıkan araç sayısı değil, bu araçların arasındaki cip sayısı da inanılmaz artmış. istanbul’a o kadar laf etsem de, ankara’nın görmemiş zenginleri bir başka oluyor.

değişmemiş olan bir şey var: iki, belki de daha fazla ankara’nın yaşamı, birbirinden kalın çizgilerle ayrılıyor. güney ile kuzey, her zamanki gibi, kızılay’dan itibaren ayrışıyor. sanki kızılay’da görünmez bir berlin duvarı varmış gibi. istanbul’un kaotik, renkli ama bir o kadar da yıpratıcı içiçeliğinden sonra; buradaki ‘urban segregation’, insana tuhaf geliyor.

burada kendime sorup durduğum bir soru var: hangisi daha ahlaki? varsıl ile yoksulun istanbul’daki gibi gerilimli biraradalığı mı, yoksa ankara’daki gibi gerilim ve kesişim hatları net biçimde belirlenmiş bir şehir yaşantısı mı? ilki demek, ya da ikincisini seçenleri küçük burjuva konformizmi ile suçlamak, kolaycılık gibi geliyor bana. yine de, böyle bir sorunun kolektif bir yanıtı olamıyor sanırım. ya da öyle bir yanıt verilecekse, bu, sorunun başka sorularla desteklenmesi ile mümkün olsa gerekir.

sonuçta, kesin olan bir şey var: ankara’da yaşam daha dingin, ‘durgun’ da diyebilirsiniz, ve daha az gergin. en azından, istanbul’daki gibi bir şehir gerilimi sözkonusu değil.

islamcılar ve jet-ski

hürriyet dün yeni bir yazı dizisine başladı. ismailağa cemaatinin önde gelen isimlerinden cüppeli ahmet hoca'nın tatil sefaları, gazetede fotoğraflarla ifşa ediliyor. bu akşam da arena'da görüntülere yer verilecekmiş.

ertuğrul özkök, dün yazdığı yazısında gardını baştan almış: "(...)diyorum ki, eliniz, 'yine 28 şubat servisleri başladı' cümlesine gitmeden önce, vicdanınıza gitsin." klasik ertuğrul özkök hamlesidir; gelecek gardları öngörüp, bildik 'vicdani' ve 'hamasi' cümlelerle bunun önünü baştan kesmeye kalkışmak.

ancak, hürriyet'in kirli sicilinin bizi düşürdüğü şüpheyi bir tarafa bırakırsak, bu fotoğrafların yansıttığı dünyayı sorgulamak, fotoğrafların gerçekliğinden ya da siyasi bağlamından bağımsızlaşıyor. islamcılar'ın zımni de olsa kabul etmesi gereken bir gerçek var ki, turgut özal'ın başa gelmesinden sonra yapılan açılımlarla, 'anadolu kaplanları' denilen sermaye türü, dışarıyla tanıştı. bu açılımlar, ekonomik bağlamda karşılığını buldu ve bu tür şirketler, şehirli holdinglere karşı ciddi birer ekonomik rakip olmakla kalmadı; türkiye'nin 'merkezinde' olmayan siyasi görüşlerini de saklama gereksinimi olmadan, açıkça savundu.

gerek refah partisi'nin kazandığı seçimler, gerek ardından gelen gerilim ve 28 şubat, bu ‘sınıfsal’ çatışmanın politik tezahürleri olarak okunabilir. aynı mantıkla, akp’nin seçim kazanması, bu kavganın, türkiye’nin muktedirleri tarafından yapılan sert müdahalelere rağmen, bitmekten çok uzak olduğunu gösterdi.

özal dönemiyle birlikte yalnızca yeni bir sınıfın oluşumu başlamadı; tüm toplum, aynı zamanda yeni bir tüketim kalıpları dizgesiyle tanıştırıldı. geçtiğimiz yirmi yıl boyunca serpilen siyasal islam ve arkasındaki ekonomik aktörler de aynı tüketim kalıpları ile müşerref oldular. katıksız bir sosyolojist perspektiften bakılınca, herhangi bir siyasal islamcı’nın bu tüketim kalıplarından kaçabilmesi olanaksız, bu yüzden de cüppeli ahmet hoca’nın sunduğu gibi görüntülerin ortaya çıkması doğal. ancak burada atlanmaması gereken bir nokta var ki, o da siyasal islam’ın büyüyüşünde her zaman önemli bir motif olagelen ‘ahlâk’ parametresi.

akp’nin başa gelmesinde yolsuzluklara bulaşmamış olmasının yanı sıra, siyasal islam etiketinin getirmiş olduğu, türk toplumuna içkin bir ‘ahlâklılık’ da vardı. ancak bu iddianın içinin boş olduğu, “unakıtan”, “ali dibo”, vb. örneklerle görüldü. yine yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı, bu da kaçınılmaz. türkiye’de siyaset yapma biçimi –klientalizm, rant dağıtım ve paylaşım mekanizmaları, vb.- daha makro, neoliberal parametreler ile belirlendiği için, ‘oraya’ gelecek bir siyasi oluşumun bu parametrelere eklemlenmeden siyaset yapması olanaksızlaştırılmış durumda.

tüm bunlar, marksist perspektiften doğal görünüyor: ne de olsa iki farklı sermaye birbiriyle didişiyor. ancak bu resimde asıl tuhaf olan, islamcılar’ın örtülü savaş açmış oldukları ulusalcı argümanların bazılarını içkinleştirmiş olmaları. bunlardan en önemlisi, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” olsa gerekir. müteşebbis islamcılar ile onların oy tabanı arasındaki gelir uçurumu, türkiye’deki gelir dağılımı dengesizleştikçe açılıyor. sonuçta, islamcılar da, kendi içlerinde birden çok sınıfa ayrılmanın sancısını yaşıyor. ancak şu ana kadar burjuva islamcılar’ın verdiği tepki, cumhuriyet’in ilk yıllarındaki tepki ile neredeyse aynı: görmezlikten gelip “kaynaşmış kitle” söylemine yaslanmak. yeni şafak ya da zaman gibi gazetelerdeki hemen tüm haberlerde, daha da geneli, gazetenin üzerine kurulduğu dilde, islamcı kitlenin sınıfsal homojenliği, bir önkabul olarak ele alınıyor.

hürriyet gibi gazetelerin bu tür haberleri “servise sunarken” niyetleri yeni bir 28 şubat’a ortam hazırlamak olsa bile, bu haberi aczmendi şeyhi müslüm gündüz haberi ile karıştırmamak gerek. müslüm gündüz “paketi”, kamuoyunda islamcı ahlakı genelleştirilmiş biçimde tartışmaya açmayı hedefliyordu. cüppeli ahmet hoca ise, bu ahlakın yanı sıra, islamcı medyanın bugüne kadar yanıt vermekten kaçındığı başka bir sorunu işaretliyor: zengin islamcılar ve yoksul islamcılar arasında çözülmeye yüz tutan bağlar.

Çarşamba, Ekim 04, 2006

büyükanıt'ın yapması gereken konuşma

sevgili öğrenciler, sayın basın mensupları, değerli katılımcılar ve meslektaşlarım;

bir öğretim yılının daha açılışında bir aradayız. ülkemizin yalnızca savunmasına değil, gelişip kalkınmasına da katkıda bulunacak bireyleri yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan eğitim kurumlarımızdan birinde bulunmaktan mutluyum.

(...)

eğitim ve öğretim, hiç şüphesiz ki dogmalara dayalı olamaz. dogmalara dayalı bir öğretim, bilimin temel ilkesi olan şüpheciliği bilerek gözardı eder, yobaz beyinler yetişmesine neden olur. bu nedenle, eğitimin temel amacı, itaat eden değil, itiraz eden dimağlar yetiştirmek olmalıdır. gününün koşullarına göre üretilmiş çözümler ve kotarılmış stratejileri o günün koşullarından bağımsız olarak ele alıp genel geçerleştirmek, dogmacılıktır. dogma, sanılanın aksine, yaşamda din dışı alanları da kapsamaktadır. bize düşen, dogmanın karşısına sorgulayıcı bakışla çıkacak öğrenciler yetiştirmektir.

sevgili öğrenciler, sayın konuklarımız;

son dönemdeki bazı gelişmeler hakkında sizleri bilgilendirmek, düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isterim:

türk silahlı kuvvetleri, türkiye'nin avrupa birliği üyeliği yolunda bir engel olarak gösterilmek istenmektedir. böyle bir yorumun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. tersine, avrupa birliği standartlarına ayak uydurmak için en çok çalışan kurumlardan biri olmayı hedef olarak önümüze koymuş durumdayız. bu hedefin bir sonucu olarak, tüm harcamalarımızın kamu denetimine açılmasını hükümetten talep ediyoruz. ayrıca, türk silahlı kuvvetleri'nin siyasi yaşamdaki, geçmişe dayanan ağırlığını ortadan kaldırmak için elimizden geleni yapacağımızı da belirtirim. hatta bu, duymakta olduğunuz, siyasi gündeme değinen son konuşmam olacaktır. silahlı kuvvetler'in silaha dayanan gücü ile siyasetçiler üzerinde baskı kurduğu günlerin geride kalmış olduğunu tüm samimiyetimizle göstermeyi istiyoruz.

sayın konuklar, sevgili öğrenciler;

bu vesileyle bir konuya daha değinmek istiyorum. türkiye cumhuriyeti tarihinin bazı dönemlerinde, türk silahlı kuvvetleri, yönetime el koyarak türlü uygulamalarda bulunmuşlardır. 27 mayıs 1960'ta başlayan bu gelenek, son örneğini, 12 eylül ile vermiştir.

son askeri müdahaleyi takiben, yüz binlerce insan haksız yere tutuklanmış, işkence yaygınlaşmış, yasadışı infazlar gerçekleştirilmiş, yasakçı bir zihniyet tüm toplumun tepesinde türlü kurumlarıyla demokles'in kılıcı gibi sallandırılmış, tüm toplum müdahaleyi izleyen yıllar boyunca düşünsel bir cendere altına alınmıştır. bu müdahaleyi yapanlar, benim de layıkıyla taşımaya çalıştığım rütbeyi kirlettikleri için utanç duymalıdır. hep birlikte utanç duymamız gereken başka bir şey de, bu müdahalenin tüm izlerini silememiş olmamızdır. bunun en çarpıcı örneği, hala varlığını sürdüren, müdahaleyi yapanların yargıdan muaf tutulmasını sağlayan geçici 15. maddenin kaldırılmamış olmasıdır.

sayın konuklar ve silah arkadaşlarım, sevgili öğrenciler;

avrupa birliği'nin türkiye'nin demokratikleşme yolunda önemli bir katalizör görevi göreceğini ve atatürk'ün önümüze koyduğu çağdaş uygarlıklar düzeyine ulaşma hedefiyle ab üyeliği arasında koşutluk olduğunu düşünüyorum. bu nedenle, ab üyesi dostlarımızın bize yönelttiği yapıcı eleştirileri dikkatle ele alıp değerlendireceğimizi de söylemek isterim.

türkiye cumhuriyeti, müreffeh, eşitlikçi, adil bir toplumu oluşturma hedefine günbegün daha fazla yaklaşacaktır. bu hedeflerin arkasındayız, takipçisiyiz ve de olmaya devam edeceğiz. saygılarımla.