Cuma, Aralık 15, 2006

başlıyoruz, bakalım

üniversitelerde faşist saldırılar arttı. bu sefer odak noktası kürtler. bir hafta önce ankara'da başlayan saldırılar, istanbul' a da sıçradı.

aklıma iki okuma biçimi geliyor:

1. yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili, herkesin saflarını ayrıştırmasını sağlamak için türkiye'nin çözülmeyen sorunları ile ilgili alanlar birer birer gerilecek. kürt sorununu sokağa taşımak, akp iktidarını yıpratmak için yapılabileck adice ve akllıca hamlelerden biri. sonuçta, oy kitlesinin önemli bir bölümünü bu konuda kemikleşmiş görüşleri olan insanlar oluşturuyor.

2. mhp'nin kendi kitlesini ayakta tutma çabası: ümit özdağ'ın seçimlere girememesinden sonra, mhp içinde mhp'nin yumuşakça politikası yüzünden hayal kırıklığı yaşayanların önemli bir bölümü ayrılmayı düşünmeye başladı. ülkü ocakları'nın bu son atağı, tabanını 'antrenmanlı tutma' çabası olarak da okunabilir.

ancak bu olasılıklardan daha da vahim olan bir şey var ki, kentlerin eritici potası bile bu gerilimi taşımayabilir. yakında bambaşka şeyler duyup görebiliriz.

Salı, Aralık 12, 2006

pinochet gitti

hem de tam insan hakları gününde. darısı kenan evren'in başına diyeceğim; ama diyemiyorum. pinochet'nin ölümünün en büyük farkı, ölümünden sonra bir kurtarıcı olarak anılmayı beklerken, işkenceci bir diktatör olarak anılarak ölmek oldu. iyi ki ingiltere'deki arkadaşı ms. t.'yi ziyarete gitmiş. gözaltında alındıktan sonra bir yıldan fazla süre ingiltere'de sürgün hayatı yaşadı, sonra 'sağlık durumu'ndan ülkesine geri gönderildi. santiago havaalanına iner inmez tekerlekli sandalyesinden ayağa fırlayarak dünya kamuoyunu nasıl aldattığını dosta düşmana gösterdi. ancak ne kadar ayakta kalsa da, ayağının altındaki zemin şili'de de sallanmaya başlamıştı bir kez. sonra da yaşlılıktan öldü.
yaşamının sonlarında böyle sürünerek ölmek? işte onun darısı bizim faşist diktatörün başına.

Cuma, Aralık 08, 2006

her şey olabilirsin, ama

...bu ülkede rezil olamazsın. www.zargan.com adresinde gördüğüm bir duyuru, bunu bana bir kez daha düşündürdü.

dün ve bugün, istanbul üniversitesi'nde çeviri etiği üzerine bir konferans düzenleniyor. konferansın dünkü oturum yöneticilerinden biri, emel ergun. kendisi, fransızca mütercim tercümanlık bölümünün başkanı. ayrıca, iletişim yayınları'nın hiç beğenmediğim bir serisinden çıkan "hiperaktif çocuk" adlı kitabın da çevirmeni. en azından öyle olduğunu iddia ediyor. şöyle ki:

bu bölümün birkaç yıl önceki mezunlarından biri, benim arkadaşım. bir gün, dönem projesi olarak altı öğrenci birlikte çevirdikleri kitabın basıldığını duyduğunu söyledi. kitabın iletişim'den basıldığını öğrenip kitabı aldık. 'çevirmen' bölümünde dönem ödevini kendilerine veren emel ergun'un adı yazıyordu.

kitabın çalıntı çeviri olup olmadığını anlamak için, kitabı baştan aşağı okumaya bile gerek yok. kitabın farklı bölümlerini farklı kişilerin çevirdiği, çeviri dilinin farklılaşma düzeyinden anlaşılıyor. burada bu rezaletten bir payı da, iletişim'in bu dizisinin editörü olan arkadaşa çıkarmak gerekiyor tabii ki. bunun farkına varmaması bir yana, kitapta temel tashihler bile yapılmamış.

iletişim yayınları'nı arayıp durumu anlattım. kendilerinin emel ergun'a neler söylediğini bilmiyorum. ödevi yapanlardan biri olan arkadaşım, önce yasal yollara başvurmaya niyetlendi; ama sonra, tüm cesaretlendirmeme rağmen, sanırım başlıkta yazdığım özlü söz nedeniyle, vazgeçti. bu çalıntı öyküsü, ekşi sözlük'e de düştü; ama sonra muhtemelen emel ergun'un ya da kendisiyle ilintili birinin uyarısıyla kaldırıldı/mış.

ergun, şimdi "çeviri etiği" konulu bir toplantıda, oturumlardan birinin başkanlığını yapıyor. kenan evren'in insan hakları derneği üyesi olmasından hallice.

Pazartesi, Aralık 04, 2006

annem ve babam hakkında

az önce marillion'un "this strange engine" şarkısını dinlerken anımsadım bir kez daha, anne ve baba yüreğinin nasıl bir şey olduğunu. şarkı, yazarın babasına bir teşekkürü. her oğulun borçlu olduğu türden bir teşekkür. benim ise katmer katmer.

12 eylül darbesi olduğunda altı yaşındaymışım. annem kızkardeşime hamileymiş. babam bir gün sonra hapse girdiğinde, annem ilkokula henüz başlamış bir çocuk ve karnında başka bir çocuk ile kalakalmış. dostlar akrabalar sayesinde babam hapisten çıkana kadar iyi kötü bir yaşam sürdürebilmişiz, ezgi de o arada doğup büyümüş zaten. anıların bu bölümü benim için yarı anı yarı efsane. benim anımsadığım en eski şey ise, okuduğum değişik değişik ilkokullar: annemin babamın sürgün yaşamı. sonra beni kendi iyiliğim için yanlarından ayırıp ilkokulu daha iyi bir okulda bitirmem için memleketime göndermişler. iyi de etmişler. o sayede anadolu lisesi'ni kazanıp yaşamımın bugüne kadar olan bölümünü kurabildim.

oğullarını akraba da olsa başka birine gönderebilmek nasıl bir duygudur bilmiyorum; ama o günden sonra hemen hep yatılı okudum ben. ailemin yüzünü yılda birkaç kez görebildim. bu yüzden de bir yaşa gelene kadar onların benim için neler yapmış olduğunu anlayamadım bir türlü. iki öğretmenin aylığıyla okutulan bir çocuğun şımarıklıklarının nasıl karşılanabildiğini düşünmüşlüğüm çok değildi. yalnızca maddi olanaklar değil. onların oğlu olduğumu, en kötü zamanımda yanımda olacaklarını bir biçimde hissettirdiler bana. lisede bir dönem islamcı olduğumda seslerini çıkarmayıp işleri oluruna bırakmalarını anımsarım. yıllar sonra, beni gözaltına aldıklarında babamın emniyet'in altını üstüne nasıl getirdiğini ve beni en sonunda gizli kameralardan izlemeyi nasıl becerdiğini anımsarım. on günlük açlık grevinin sonunda, gözaltından çıktığımda, birlikte içtiğimiz ezogelin çorbasını da, samsun'daki evden sabahın bir vakti kaçışımı da. bunların hepsini sorunsuz bir biçimde nasıl idare ettiklerini bilmiyorum. ama sonuçta bugün olduğum ben olmamdaki paylarını, artık, bu yaşımda açık seçik görebiliyorum. gördükçe de tıkanıyorum. bir yaşam yaratmanın karşılığını nasıl ödeyeceğimi bilemiyorum, bulamıyorum. nihayet, benim sahip olduğum tek şey, zaten onların.

tek bir şey geliyor aklıma. önemli bir şey yapabilip onlara adamak. tezim de olabilir, yazmak istediğim bir kitap da. başında 'anneme ve babama' yazsa ne isterim ki daha.

ama şimdilik bu satırlarla devam edelim. annem, babam. iyi ki varsınız. birbiri ardına düzgünce sıralama yeteneğine sahip olduğuma inandığım cümlelerle bir şey yapamıyorum, size teşekkür etmek için. o zaman, size...

Pazar, Aralık 03, 2006

"kader"imiz kısır

zeki demirkubuz'un "kader"i, uzun zamandır gördüğüm en iyi yerli film. hatta bence kendisini kalburüstü yönetmenler katına çıkaran "masumiyet"ten bile daha iyi bir film. demirkubuz, ilk filmlerindeki çiğliği bırakmış, bir diğer avantajı da yaptığı film sayısı ile doğru orantılı olarak, kendi 'corpus'una yapabildiği göndermeler olmuş.

"kader"i "masumiyet" ile karşılaştırmak kaçınılmaz; çünkü filmin öykü örgüsü, "masumiyet"in başladığı yere uzanıyor. demirkubuz, yine tutkuyu ve aşkı ele almış; ama bu kez, "yazgı"daki söz kalabalığından sakınmış. oyuncularını o kadar iyi yönetmiş ki, çok az sahnede gerek kalıyor sözün ağırlığına. son sahnede olduğu gibi. adeta bir orkestra gibi: ağıdın tonu yükseliyor, yükseliyor, söylemek istediğini söylüyor ve yavaş ve huzursuz bir biçimde sona eriyor. şostakoviç'in sekizinci senfonisi gibi.

demirkubuz'un adamakıllı ustalaştığı iş, oyuncu yönetimi. sırf bunun için izlenmesi gerekir. filmi izlerken hangi oyuncuya neler demiş olabileceğini tahmin etmeye çalışırken buldum kendimi. yönetmen sizi böyle bir oyuna sokuyorsa, bilin ki ne yaptığının farkındadır.

izlediğim bir diğer film, cuaron'un "children of men"i oldu. bir distopya romanını hiç süslemeden filme almak, zor bir şey olsa gerekir. çünkü distopyanın da ana damarı, bilimkurgudur. ancak öyle bir çağda yaşıyoruz ki, kırk yıl öncenin distopyasını şu anda yaşadığımızı reddetmek mümkün değil. yönetmen, birçok sorunu okkalı, ancak göze batmayan biçimde filmin içine asıl öğeler olarak yerleştirmiş: ekoloji, göçmenlik sorunu, İslam korkusu ve düşmanlığı, buna koşut batımerkezcilik... bir mesih üçlemesi çekilseydi, ilk filmi bu olurdu. ancak sorun "terminator"daki kadar ikicil de değil.

demirkubuz'un filmi, yaşama dair ne kadar güçlü bir manifesto ise, cuaron'un filmi de, o kadar güçlü bir politik manifesto. bu yılın sonunda gelen, ama bu yılın belki de en iyi iki filmi. ikisinin ortak noktası ise, can yakan bir yalınlık. öyle bir çağda yaşıyoruz ki, yalınlık, evet, can yakıyor. baudrillard'ın formüle ettiği hiper-gerçeklik, bizi gerçekliğin kendisinden koparınca, zedelenen gerçeklik duygusunu onarmak da yine sanata kalıyor. tüm dekadans zamanlarında olduğu gibi.