Cuma, Ağustos 29, 2008

bu ismi izleyin

eski ege ordusu, şimdiki kara kuvvetleri komutanı, müstakbel genelkurmay başkanı ışık koşaner'in iki gün önce yaptığı özgürlük ve güvenlik arasındaki terazinin güvenlik kefesine ağırlık konması çağrısı ve alt kimlik ve kültürel çeşitlilik söylemlerinin devlete zarar verdiği belirlemesini yanyana koyunca aklınıza hangi ideoloji geliyorsa, kendisinin o ideolojinin hakkını muhtelif görevlerinde verdiğinden hiç şüphem yok. önceki yazılarımdan birinde yazmıştım, buyrun kendisinin şeceresini dikkatle inceleyin.

neyse ki, basın bu ülkede eskisi kadar şakşakçı ve pısırık değil. koşaner aynı konuşmayı on yıl önce yapmış olsaydı, muhterem basınımızın hürmetli mensupları ayaklarını öpmek için sıraya dizilirlerdi. şimdi hem basın, hem de sivil toplum daha cesur tepkiler verebiliyor.

ege ordusu misyonerlere dönük istihbarat raporlarını hazırlar ve misyoner cinayetlerinin önünü açarken, o ordu'nun komutanının kim olduğunu anımsatmaya gerek yoktur sanırım. önceki yazımda yazdığım gibi, parçaları bir araya getirmek, kimin hangi ideolojiyi benimsediğini göstermeye yetiyor.

Perşembe, Ağustos 28, 2008

faydalı aptallar ve liberal salyalar -II-

ilk bölümde, liberal demokratların sosyalist solun bir kısmı ile 'düzeyli muhabbetine' değindim. dileğim, mahçupyan'ın saruhan uluç'un yazısının sonunda değindiği kefe dengesizliğinin farkına varması, ama mahçupyan'ın saldırgan kişiliğini düşününce pek de umutlu olamıyorum.

neyse ki mahçupyan bugünlerde kendisini gazetesinde pek de yalnız hissetmiyor olsa gerek. aynı yöntem ve perspektif yoksunluğundan muzdarip isimler, bir süredir inciler döktürüp duruyorlar. örneğin birgün solculuğuna 'mesafesini' saklamayan genç sivil yazarlarımızdan yıldıray oğur, akp'nin demokratlık ile ilişkisini kemalettin tuğcu leksikonuna yaslanarak açıklıyor. oğur'a göre, akp'nin demokratlığı, ülkedeki demokratlık çıtasının düşüklüğü ile ilgili bir durum. akp'nin kitle partisi olması, kendisini herhangi bir sınıfsal analizden muaf kılıyor olmalı ki, sözcüğün esamesi bile okunmuyor. varsa yoksa zoraki de olsa iyi demokratlar ve kötü otoriterler. öyle olunca da, kullanılan metaforlar şu kadar çiğleşebiliyor: "sokaklara düşmüş, kimsenin sahip çıkmadığı, cami önüne bırakılmış demokratlığı AKP kucağında buldu, sahip çıktı, kalacak yer, yemek ve üst baş verdi."

benim anlamadığım, hadi marksist düşünürlerin sek demokrasiye mesafesinden, mesafeyi azaltmak isteyenlerin sınıf soslu çabalarından dolayı solculuk ile bir dertleri var; ama bu adamlar bir habermas, bir foucault da mı okumaz? demokratlıktan söz eden, dünyadaki siyasi gelişmeleri tarihsel bir görüngü çerçevesinde yorumlama iddiasında olan herhangi biri, nasıl olur da kendinden menkul bir demokratlığın belki bir rawls dünyasının naifliği dışında hiçbir yerde mevcut olmadığını göremeyecek kadar kör olabilir?

bu körlüğün bir yetisizlik değil, bir tercih olduğunu görmek için, şu yazıyı okumanızı öneririm. şubat'tan beri süregelen tartışmalarda ertem'in ortaya attığı 'ırkçılık' suçlaması ile ahlaki üstünlüğün kendisine geçtiğini düşünen liberaller, gemi azıya aldı. liberal geleneğin sol geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini düşünen genç sivillerden rasim ozan kütahyalı, bunun için evrensel sola giydirmeye ihtiyaç olduğunu keşfetmiş olmalı: "Dahası, gelin kimse kendini kandırmasın, bu dandik etnik Türk sol örneğini bir yana bırakalım; özgürlükçü ve demokrat bir duruş, Batılı sol geleneğin dahi entelektüel köklerine, solun entelektüel tarihinin anadamarlarına yabancıdır."

kütahyalı, 21. yüzyılın görece dünyasının en güzel ürünlerinden biri. bir önceki yüzyılın güzelliği, felsefe alanında cesaret ile zevzekliğin arasındaki çizginin kalın olmasıydı. liberallerle demokratlığın kurgusallık ölçüsünü, demokrasinin kendi içinde bir amaç olmasının sakıncalarını, özgürlüğün eşitlik gibi bir 'stabilizör' ile yanyana gelmediğinde ne kadar efektif ve mutlak olabileceğini daha entelektüel bir düzeyde tartışmayı isterdim; ama bu ülkenin düşünsel geleneğinden gelen solcuları ne kadar 'kalın' ise, doğum sancılarını yeni yeni yaşayan liberalleri de o kadar kalın. tıpkı solcuların 1960'larda yaptığı gibi, kendi varoluşlarını ancak başkalarına söverek anlamlandırabiliyorlar. büyümelerini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

faydalı aptallar ve liberal salyalar -I-

liberal demokratlar, ergenekon soruşturmasında sosyalist soldan bekledikleri desteği göremeyince çok bozuldular. öyle ki, bu bozuntu hali, çirkin saldırılara kadar vardı.

aslında liberal demokratlar ile sosyalistler arasındaki kırılma, melih pekdemir'in şubat ayında birgün'de yazdığı "özgürlükçüyüz ama salak değiliz" yazısı ile başlamıştı. pekdemir, yazısında islamcılar'ın samimiyetini sorguluyor, "özgürlüğün, ancak bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi olarak kullanıma açık olduğu ölçüde çoğulcu olabileceğini" söylüyor, samimiyetin ancak böyle bir yaklaşımla, örneğin diyanet işleri başkanlığı'nın kaldırılmasının ve aleviler'e ibadet özgürlüğü tanınmasının da aynı 'paket' içerisinde sunulmasıyla onanabileceğini söylüyordu. pekdemir'in yazısındaki 'laik' tonlar bir yana, bu argümanların haklılık payını yadsımak kolay değil.

ancak 'salak' sözcüğü liberallere koymuş olmalı. öyle ya, akp'nin otoriter özünü görüp de, öne sürdüğü özgürlükçü yaklaşımlara, herhangi bir sınıfsal okuma, bırakın sınıfsalı, herhangi bir nedensel yaklaşım getirmeden, liberal ahlaki ilkeler doğrultusunda koşulsuz evet demek, "kalanına sonra bakarız" yaklaşımının içinde bir salaklık içerip içermediği, en katıksız liberalin bile kendine sormaktan imtina edemeyeceği bir soru olsa gerek. -bunu sormayanların gerçekten salak olduğuna ise benim nezdimde şüphe yok-

liberaller, 'salak' yaftasının öcünü almak için, ergenekon soruşturmasının birgün gazetesinin "yiyin birbirinizi" manşetiyle çıkmasını beklediler. doğrusu, soruşturmadaki bütün nüansları bir çırpıda yok eden bu manşet, hayli aculdu; ancak bu süreçte akp'nin soruşturmayı 'laiklere' karşı bir koza dönüştürmesinin yalnızca soruşturulan laikler ve onların destekçi kitleleri tarafından duyulan bir endişe olmadığını göstermesi açısından da önemliydi.

bu manşet, taraf gazetesi çevresinde kümelenen liberallere istedikleri kozu verdi. bundan sonra polemikler, aynı acullukta suçlamalar gırla gitti. tüm bu polemikler ise taraf gazetesinden cemil ertem'in aktardığı bir olay ile bambaşka bir boyuta ulaştı. ertem'e göre, birgün gazetesinin yönetim kurulundaki birileri, hrant dink için "atın bu ermeni'yi" demişlerdi. sözkonusu olan 'demokratlığın' sosyalistlere karşı savunusu olunca terbiye sınırlarını aşmakta beis görmeyen etyen mahçupyan, önüne arkasına bakmadan, ertem'in bu alıntısına balıklama atladı. "sahte dostlar" başlıklı yazının içeriğinde iddialı belirlemeler var, örneğin türkiye solunun bırakın milliyetçilik, ırkçılıkla hesaplaşmasının henüz bitmediği gibi belirlemeler. bence yerinde bir belirleme, ancak mahçupyan her zaman yaptığını yapıp tüm solu bir potaya koyuyor. bunu da bilmediğinden değil, oynanan polemik oyununda bir kart fazladan almak için yapıyor. malum, böyle yaparsanız, muhatabınızı açıklama yapmaya, savunma konumuna geçmeye zorlarsınız. mahçupyan, bu pis oyunu oynuyor, iyi de oynuyor. üstelik bunu yaparken asıl terbiyesizliği, başlıktaki tahakkümcü dil. kim kimin sahte dostu? mahçupyan, yazıdan anlaşıldığı üzre, ermeniler / gayrımüslim azınlıklar ile sol arasındaki ilişkiden söz ediyor. ama mahçupyan'a bu azınlıkları temsil hakkını kim ne zaman verdi? agos'un yayın yönetmeni olmanın kendisine böyle bir temsiliyet verdiğini düşünüyor olmalı -zaten bu hissi taşıdığını nişanyan vakasındaki yazılarında kullandığı dilde de görmüştük-. bu temsiliyet yanılsamasına pervasızca yaslanan birinin 'iktidar' üzerine ahkam kesmesinin ironisini bir yana bırakalım. ikinci olasılık ise, türkiye solu ile türkiye liberalleri arasındaki dostluk olabilir ki, böyle bir dostluğun ontolojik, hatta epistemolojik olarak koşulsuz / içkin olup olmadığını tartışalım öyleyse. ergenekon soruşturmasına sınıfsal bir perspektiften bakmayı zul gören 'demokrat'lar ile ben dost olmak zorunda mıyım? bu ülkedeki aşırı otoriter / militarist yönetimlerin yarattığı ittifaklar olabilir, ama müttefik demek, dost demek değil, o yüzden mahçupyan hayal kırıklığı yaşıyorsa, kendi tanımlamalarını gözden geçirsin.

birgün gazetesi, mahçupyan'a bu sataşmaya karşı hakettiği dilden bir yanıt vermekte gecikmedi. dink ile kızılkaya'nın gazete yazarlıklarına son vermek isteyen birileri vardı, ama bunun nedeni, türkiye solunda sıkça görülen bir kalınlık olan sınıfsal analiz fetişi idi: kendileri sınıfsal perspektiften yazmdığı içni bu gazetede yerleri olmamalıydı. neyse ki bu öneri reddedilmiş. şimdi, bu kalınlığı eleştirmek elzem, ama buradan ırkçılık çıkarmak için ya temel analitik hasletlerden yoksun olmak gerek, ya da belden aşağı vurmak için uygun bir fırsatın ele geçtiğini düşünmek. iyisi mi mahçupyan, üçüncü bir olasılık biliyorsa bizi aydınlatsın.

Pazartesi, Ağustos 18, 2008

bir garip ordu

Ege Ordusu adıyla da bilinen, 4. Ordu'nun tuhaf yapısından önce Cemil Ertem'in yazısı sayesinde haberdar oldum. Ege Ordusu, 1975'te, Yunan tehdidine karşı kurulan, NATO'nun varlığını hiçbir zaman hoş karşılamadığı bir ordu. Envanteri NATO'ya açık değil, yani üstten yapılan bir planlama ile, kayda girilmesi istenmeyen ağır / hafif tüm silahlar, bu ordunun bünyesine sokulabilir.

Ege Ordusu'nun adı karşıma ikinci kez, 14 Ağustos tarihli Radikal gazetesinin manşetinde çıktı. Ertuğrul Mavioğlu'nun haberine göre, Ordu'nun İstihbarat Başkanlığı, Türkiye'deki misyoner etkinliklerini il il fişlemişti.

Haberdeki verilerle, Cemil Ertem'in yazısındaki bazı ilginç noktaları harmanlayalım:

1. Ege Ordusu'nun ilk komutanı, darbeci general Kenan Evren.

2. Şu anda hapiste bulunan, darbe müteşebbisliğinden sanık Hurşit Tolon da, 2001-2004 yılları arasında, Ege Ordusu Komutanlığı'nı yürütmüş.

3. 28 Şubat'ın mühim isimlerinden Doğu Aktulga da Ege Ordusu'nda 1997-2000 arasında komutanlık eylemiş.

4. 2000 yılında, Yunanistan ile Türkiye arasındaki buzların erimeye yüz tuttuğu depremler sonrası konjonktürde, Ege Ordusu'nun kaldırılması gündeme gelmiş ve bu konu birkaç ay tartışılmış. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, "Böyle şey olmaz" deyip düğümü kılıcıyla çözmüş.

5. Kıvrıkoğlu'nun yeğeni Hayri Kıvrıkoğlu, bu dönemden itibaren Ege Ordusu Komutanı olacak.

6. Hayri Kıvrıkoğlu buraya Kıbrıs'taki Kolordu'dan geliyor. Ege Ordusu'na Kıbrıs'tan geçiş yapan tek isim, Kıvrıkoğlu değil. Işık Koşaner de Ege'ye Kıbrıs'taki Barış Gücü'nden geçmiş.

7. Kıbrıs demişken, şuraya bir bakmanızı öneririm. Eğer yetmezse, şunu da okuyabilirsiniz.

8. Radikal'in haberinde yer alan İstihbarat raporunun hazırlandığı tarihte bu ordunun komutanlığını yapan kişi, müstakbel Kara Kuvvetleri Komutanı, tabii ki sonra da Genelkurmay Başkanı, Işık Koşaner (bkz. madde 6). Koşaner, Ege'den, 2006 yılında Jandarma Genel Komutanlığı'na atanmış.

Koşaner'in evveli de hayli ilginç: 1978 yılında Kara Harp Akademisi'nden mezun olduktan sonra, Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığı'nda çalışmaya başlamış. Birkaç yurtiçi ve yurtışı görevden sonra -yurtdışı görevi İtalya'da, AFSOUTH İstihbarat Dairesi'nde. NATO'nun o sıralardaki favori sporu hakkında bir fikir verelim.- Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yapmış.

Hepsini altalta koyun, ama aklınızdan geçeni bana söylemeyin. Malum, bunlar beş kere söyleyince geliyor.

Çarşamba, Ağustos 06, 2008

corc dabya buş kanalizasyon tesisleri

haziran sonunda tatildeyken kaçırdığım bir haber: ilerici yapısıyla bilinen san francisco şehri, george w. bush'u tarihe bilinenden farklı bir yöntemle geçirmeye karar vermiş: şehrin en büyük kanalizasyon tesislerinden birine adını vererek. san francisco'daki yasalar, 7186 imza toplanan her öneri, referanduma sunulmak zorunda. haberin yapıldığı tarihte ise bu sayı 8500'ü geçmişti. eğer büyük bir aksilik olmazsa, san francisco, bu öneriyi kasım'da oylayacak.

türkiye'de de benzer yasalar olsa nasıl eğlenirdik, düşünsenize. benim aklıma hınzırca örnekler yağmaya başladı bile:

turgut özal katı atık arıtma tesisi
şevket kazan genelevi
i. melih gökçek akıl hastanesi
recep tayyip erdoğan huzurevi
kenan evren çağdaş sanatlar merkezi

buyrun siz de ekleyin..