Çarşamba, Mayıs 13, 2009

lanetlenesi ve sahiplenilesi isimler

üç yazı / haber: birincisi, adları değiştirilen 12 bin 211 köy ile ilgili olan. insanların kolektif tanımlarını öldürmenin bir insanı öldürmekten ne kadar farklı / farksız olabileceğini soralım kendimize. insanlara yaşadıkları yerin adını unutmayı dayatmanın ne kadar insanca olduğunu da. bu topraklar bugün kültürel çorak değilse, buna saygı duymak yerine, bunda payı olan her uygarlığın üzerine bir çizgi çekme küstahlığını not edelim.

tarihten akıp gelen adların yerine seçilen adların ne denli derme çatma olduğunu biliyoruz, bunların çoğunun bir 'yaratıcı' mülki amir tarafından, sözünü ettiğim küstahlığa paralel bir tutumla uydurulduğunu da. ancak sözkonusu olan isimlendirmeyse, bundan daha da korkuncu olup bitiyor bu ülkede uzun süredir.

ikinci ayrıntıya geçelim öyleyse: orhan kemal cengiz'in radikal iki'de yayımlanan, türkiye cumhuriyeti'nin patrikhane stratejisini anlatan yazısı. daha doğrusu, o yazıdaki küçük bir ayrıntı:

"Patrikhane’nin önündeki sokağın adı Sadrazam Ali Paşa Caddesi’dir. Osmanlı döneminde iki patrik, Patrikhane’nin önünde idam edilmiş. Cumhuriyetimiz de, bu patriklerden birisini giriş kapısında “sallandırmış” olan Sadrazam Ali Paşa’nın ismini bu caddeye vermiş!"

bunun anımsattığı haber ise, eski bir haber: şanlı türk ordusu'nun, bir katilin adını maktüllerin akrabalarının yaşadığı şehirdeki kışlaya vermesindeki ısrar ile ilgili.

bir mekanın adı, şarap gibi, nehir gibidir. şarap gibidir: bir duyuya seslenir, o duyunun çevresindeki çağrışımlar yumağına çağırır dimağı. nehir gibidir: bir yerden geldiğini, bir yere gitmekte olduğunu anımsatır sana. şarabın yerine sirke, nehrin yerine çeşme suyu yeterince haysiyetsiz değilmiş gibi, şarabın da, nehrin de yerine kan sunanlara ne demeli? şunu: sizin dünya algınıza boyun eğersek, halaskargazi caddesi'nin adı bir elli yıl sonra ogün samast caddesi olur. o yüzden biz unutmayı değil, anımsamayı seçeceğiz. hem eski güzel isimleri, hem de yaşamımıza bir yerden sürekli sokuşturmaya çalıştığınız katil sürüsünün isimlerini.

Salı, Mayıs 05, 2009

vaatler ülkesinde bir aile

hayyam garipoğlu, türk iş dünyasına turgut özal'ın özelleştirme furyasıyla birlikte katılan prenslerden biri. doğru zamanda doğru yerde olmanın başlıca meziyet olduğu 12 eylül sonrası neoliberal ortamda, bunu becerebilmiş bir girişimci. özelleştirme furyasında payına önce sümerbank, sonra poaş ve antalya limanı düşmüş. nesim malki'nin de desteğiyle epey bir iş başarmış. sonra malki'ye olanlar malum.

garipoğlu, 2001 krizinden sonra başlayan ilk sermaye el değiştirme hareketinde payına düşen cezayı alanlardan. türkiye kapitalizminin bir önceki yeniden yapılanma sürecinde vaatler ülkesi filmindeki gibi hızla yükselen garipoğlu, aynı hızla düşmesine rağmen, tmsf ile geri ödeme konusunda anlaşma yaparak sisteme dahil olur. olur olmasına, ancak şimdi de sahibi oldukları burgaz rakı'nın sahte bandrol ile üretim ve satış yaptığı iddialarıyla karşı karşıyayız.

garipoğlu ailesinin adını ana akım medyada münevver karabulut'un öldürülmesiyle daha sık duyar olduk. gönül isterdi ki, medya aynı ilgiyi burgaz rakı sendika üyesi olan işçileri işten çıkardığında da göstersin. zaten bu yazıların çoğunda hala bir başarı öyküsü tadı var. halbuki, her başarılı kapitalistin arkasında, sendikalı işçilere baskılar, karanlık ilişkiler, kitabına uygun yolsuzluk ve dolandırıcılıklar yok mu?

gelelim karabulut'un öldürülmesine: cinayetin cem garipoğlu tarafından, aile üyelerinin de yardımıyla işlendiğine dair yaygın bir kanı var. böyle bir kolektif vahşetin, daha doğrusu böyle bir ailenin mümkün olup olmadığı sorusuna yanıt arayanlara, yukarıda sözünü ettiğim "vaatler ülkesi" adlı başyapıtı izlemelerini öneririm. garipoğlu ailesinde ne görüyorsanız, hepsi o filmde var.