Pazar, Aralık 03, 2006

"kader"imiz kısır

zeki demirkubuz'un "kader"i, uzun zamandır gördüğüm en iyi yerli film. hatta bence kendisini kalburüstü yönetmenler katına çıkaran "masumiyet"ten bile daha iyi bir film. demirkubuz, ilk filmlerindeki çiğliği bırakmış, bir diğer avantajı da yaptığı film sayısı ile doğru orantılı olarak, kendi 'corpus'una yapabildiği göndermeler olmuş.

"kader"i "masumiyet" ile karşılaştırmak kaçınılmaz; çünkü filmin öykü örgüsü, "masumiyet"in başladığı yere uzanıyor. demirkubuz, yine tutkuyu ve aşkı ele almış; ama bu kez, "yazgı"daki söz kalabalığından sakınmış. oyuncularını o kadar iyi yönetmiş ki, çok az sahnede gerek kalıyor sözün ağırlığına. son sahnede olduğu gibi. adeta bir orkestra gibi: ağıdın tonu yükseliyor, yükseliyor, söylemek istediğini söylüyor ve yavaş ve huzursuz bir biçimde sona eriyor. şostakoviç'in sekizinci senfonisi gibi.

demirkubuz'un adamakıllı ustalaştığı iş, oyuncu yönetimi. sırf bunun için izlenmesi gerekir. filmi izlerken hangi oyuncuya neler demiş olabileceğini tahmin etmeye çalışırken buldum kendimi. yönetmen sizi böyle bir oyuna sokuyorsa, bilin ki ne yaptığının farkındadır.

izlediğim bir diğer film, cuaron'un "children of men"i oldu. bir distopya romanını hiç süslemeden filme almak, zor bir şey olsa gerekir. çünkü distopyanın da ana damarı, bilimkurgudur. ancak öyle bir çağda yaşıyoruz ki, kırk yıl öncenin distopyasını şu anda yaşadığımızı reddetmek mümkün değil. yönetmen, birçok sorunu okkalı, ancak göze batmayan biçimde filmin içine asıl öğeler olarak yerleştirmiş: ekoloji, göçmenlik sorunu, İslam korkusu ve düşmanlığı, buna koşut batımerkezcilik... bir mesih üçlemesi çekilseydi, ilk filmi bu olurdu. ancak sorun "terminator"daki kadar ikicil de değil.

demirkubuz'un filmi, yaşama dair ne kadar güçlü bir manifesto ise, cuaron'un filmi de, o kadar güçlü bir politik manifesto. bu yılın sonunda gelen, ama bu yılın belki de en iyi iki filmi. ikisinin ortak noktası ise, can yakan bir yalınlık. öyle bir çağda yaşıyoruz ki, yalınlık, evet, can yakıyor. baudrillard'ın formüle ettiği hiper-gerçeklik, bizi gerçekliğin kendisinden koparınca, zedelenen gerçeklik duygusunu onarmak da yine sanata kalıyor. tüm dekadans zamanlarında olduğu gibi.

Hiç yorum yok: