Pazartesi, Ekim 22, 2007

why do they always send the poor?*

şimdi 'milli duyguları hassas olanlar' el atmış; yurdum insanını 12 eylül'den sonra sokağa dökmeye en çok yaklaştıran eyleme. onların el atması doğaldır; çünkü susurluk kazası sonrasında başlayan bu eylem, genelkurmay'ın psikolojik harekat dairesinin başarılı yönlendirmesi, erbakan'ın klasik islamcılar'a özgü geleneksel aptallığı ile birleşince, temiz toplum hareketi bir anda anti doğruyol hareketine dönüşmüştü. sonrasında hükümet 28 şubat hareketi ile indirildi; ama hükümetin indirilmesi, hiçbir sorunun çözümüne katkı sağlamadı.

sorunların en büyüğü, hala kürt sorunu. daha dün rütbelilerimizin bok yedirdiği, götüne cop soktuğu, kardeşine tecavüz ettiği kürtler, ayaklanıyor diye önemsememiştik. önce ayaklandılar, sonra da gerilla hareketinden politik bir 'conglomerate'e evrildiler. ahtapot gibi kolları olan bir örgütün rantının tadını çıkaran bir elit sınıf türettiler.

sorun tam da bu. ezilen hep iki ulusun yoksunları. bir tarafta mehmetler'i askere gönderip kendi sınıfını koruyup kollayanlar -şu 114 kişinin içinde ailesinin geliri 3000 YTL'yi aşan birini bulun, dişimi kırayım-; öteki tarafta da kürtler'i dağlara yollayıp avrupa'dan gelen uyuşturucu parasının tadını çıkaranlar. ölen hep yoksul, hep yoksullar ölüyor. bir avuç üst orta sınıf insanı facebook'ta yasçılık oynarken, bilgisayardan anlamayanlar, dtp ofisi basıyor.

yiyorsa neden hep yoksulların öldüğünü sorun; ama yemiyor.

* system of a down'ın B.Y.O.B. adlı parçasından.

Pazar, Ekim 14, 2007

güz

hava serinledi. pencereyi açtım akşam üzeri. tepesinde yağmur bulutlarıyla ankara'da tuhaf bir hüzün vardı. kendimi melankolik bir avrupa şehrinde gibi hissettim. o kadar yabancı. başka bir yerdeymişim. zaten hep başka bir yerdeyim. o kadar yıl yatılı okuduktan sonra, böyle bir köksüzlük. hep sırtımda kabuğum.

kaloriferi açıp yukon'un sepetini yanına kodum. sıcağı görünce teklifsizce yerleşip kıvrıldı. kestiriyor şimdi. benden daha iyi biliyor, evinin burası olduğunu.

Cuma, Ekim 12, 2007

ne olacak?

pkk'nin 13 asker öldürmesiyle birlikte yükselen 'hadi girelim'ci dalganın yanıtlamaktan çekindiği sorular:

1. diyelim ki tsk, operasyon için girdi ve başarılı oldu. kandil dağı'ndaki kampı dağıttı, binlerce gerillayı öldürdü. peki kısa vadede türkiye'de ne olacak? büyük şehirlerde patlayan bombaların hesabını kim verecek?

2. tsk'nın kalıcı bir başarı sağlayabilmesi için, şu anda bulunduğu noktadan daha içeride, hem de çok içeride bir tampon bölge oluşturması gerekecek. batı dünyası bunu hoşgörüyle mi karşılayacak? karşılamazsa pamuk ipliğine bağlı olan ekonomi, ne olacak?

3. sınır ötesi operasyon başlarsa, kürt nüfusun büyük bir bölümü, akp'ye oy vermelerine neden olan ekonomik kaygılarını arka plana atıp, aidiyetlerine daha bir sıkı sarılacak. bunun türkiye siyasetindeki etkileri ne olacak? milyonlarca kürt'ün demokratik istemleri ne olacak?

4. diyelim ki her şey ama her şey yolunda gitti, bütün pkk'liler 'temizlendi', kürt toplumu da demokratik istemlerini sineye çekti. peki diyelim 30 yıl sonra ne olacak?

Salı, Ekim 02, 2007

ya sev ya terket

sloganı bile yabancılardan devşirme bir milliyetçilik bu. ancak 'iş görüyor'. tüm çirkinliğiyle. dün hrant dink davasında sanıkların getirildiği cezaevi minibüsünde sticker olabilecek kadar.

ancak sloganın popüler kültürde kendine yer bulabilmesi yetmez. o slogan, başka anlamlandırmalarla da olsa, kendine resmi ideolojinin bekçilerinin dilinde de yer buluyor. tıpkı duruşmadan bir gün önce genelkurmay başkanı'nın dtp'lileri hedef gösterdiği konuşmasında olduğu gibi. bu sefer gelişme var, allah için. büyükanıt, özgür gündem'in bombalanmasını, onlarca kürt aydınının ve siyasetçisinin güneydoğu'da faili meçhullere kurban gitmesini bir yöntem olarak benimsiyor mu? bunu sözlerinden değil, yakın bir gelecekte bu ülkede olup biteceklerden anlayacağız.

hrant dink cinayeti, bu haliyle bir 'milli cinayet'. herkesin tetiğe bastığı, geride kalanların ise neredeyse 'hani bana hani bana' dediği.

1930'lardaki almanya'dan pek bir farkımız kalmadı.

Perşembe, Eylül 27, 2007

geri dön artık

yaşamımızın beş yıldan fazlası birlikte geçti. senin tüm iyi ve kötü hallerini biliyorum. sevilmek istemediğin anların ne kadar az olduğunu, sevgiyi karşılıksız, katışıksız, en güzel haliyle sunuşunu, ben ortalıkta olmayınca nasıl üzüldüğünü, beni görünce nasıl sevindiğini, yemyeşil güzel gözlerindeki asla yitmeyen şaşkınlığı...

seni evime aldığım zamanı anımsıyorum, tüm istiklal caddesi'ni montumun içinde, endişe ve merak karışımı bir ruh haliyle geçirmiştin.

eski evin kömürlüğüne yaptığın kaçışları anımsıyorum, bir de çöp kamyonunun sesinden korkup da birinci kattan düşüşünü. ezgi seni hemen apartmanın dibindeki arabanın altında alınmayı beklerken bulmuştu.

bu eve ilk taşındığımızda yaşadığın şoku anımsıyorum, bir de havaalanındaki sessiz, uysal halini.

uzun zaman önce kızmayı bırakmıştım sana, kabın dışına sıçmayı sevdiğin için. mutfağa ve balkona selamsız sabahsız dalışına da alışmıştım, ama sanırım dışarıya olan bu merakın aldı seni benden.

bütün arabaların altına, kömürlüğe, en üst kattaki asansör odasına, her yere defalarca baktım, yoksun. her kedi sesi duyduğumda oturduğum yerden fırlayıp sokağa bakıyorum o sesin senin sesin olmadığın bildiğim halde. yalnızca kedi sesleri mi, oynayan çocuk sesleri de, belki biri seni bulmuştur diye.

fotoğrafına bakıyorum şimdi, yukon gözlerini kapatmış keyifle, sen daha bir keyifle, ona bakıyorsun. mutlusun işte, belki de bir insanın yaşamında olamayacağı kadar.

dön be güzelim, yaşamımın sensiz iki günü geçmedi daha, ama iki gözüm iki çeşme bu iki gündür, inan. seni nasıl sevdiğimi biliyorsun, hadi, yolunu bul da dön. dön de en azından bir insan, senin kadar mutlu olabilsin.

Çarşamba, Eylül 26, 2007

patti smith

kaçırdığım için üzüldüğüm tek konserdi, ama yıllar sonra telafi ettim. "redondo beach" ile başladı, sonra tüm klasiklerini çalıp söyledi: "beneath the southern cross", "pissing in a river", "because the night", yenilerden "my blakean year", "the peaceable kingdom", meşhur coverlar, rolling stones'dan "street fighting man", t-rex'ten "children of the revolution" ve nirvana'dan "smells like teen spirit". konserin sonunda "gloria", biste ise "people have the power" ve ardından "rock'n roll nigger". ölsem yiyeceğim gamlardan biri daha azaldı.

bir de, tüm performans bir yana, kadının yüzüne nur çökmüş. yüzüne bakıp bakıp hislendim. gerçi o derin buz mavisi gözleri, allen ginsberg'in şiirini okumak için taktığı ağır hipermetrop gözlüklerinin ardında bir kereliğine kayboldu, ama olur o kadar. gönül ister ki "people have the power"ın belediye hoparlörlerinden çalacağı günler gelsin. ama bir an önce gelsin.

Pazartesi, Eylül 24, 2007

nemlendirici

'mahalle baskısı' tartışmalarını bıkarak izliyorum. muktedirlerden akp'ye mesaj, "yüzde 47 oy alman bir şey ifade etmez, bak biz buradayız."; akp'den de muktedirlere yanıt, "bundan böyle türkiye farklı bir yer, haddinizi bilin." muktedirler ayağının bu seferki sözcüsü, tsk değil. önce yök, ardından da yargıtay, zaten bildiğimiz konumlarını yineledi; ancak onlara bugüne kadar akp'nin hayrına çalıştığı tüsiad da katıldı. yoklama yapıyoruz, eksik yok. tsk raporlu, liberaller iki arada bir derede, kalan mevcutlu.

ancak bu tür tartışmalarda olduğu gibi, iki tarafın da sormaktan / yanıtlamaktan kaçındığı sorular var. işin kötüsü, muktedirler yanlış soruyu sorunca ikinci bir soruya yer kalmıyor. başörtüsü çevresinde dönen tartışmalar, anayasa'nın 12 eylül anayasası'ndan aslında ne kadar farklı olduğu sorusunu sormamızı engelliyor.

çok şükür, radikal iki gündür bu soruyu sorup yanıtlar veriyor. deniz zeyrek'in haberi ile neşe düzel'in yeşim arat ile söyleşisi, soluk verdi. yıldırım türker'in yazısı ise, 'mahalle baskısı'ndan söz edip yeni mağdurluğa soyunanların içyüzünü faş etti, bir kez daha. iki cami arasında binamaz konumunda, iki kötü arasında seçim yapmak zorunda olmadığımızı anımsatan sözlerdi bunlar.

bu sözlere ileride çok ihtiyacımız olacak.

nemlendirici? eve bir hava nemlendiricisi aldım. mahalle baskısı ile ilgisi yok, benim evin havasının türkiye'nin havasına ne kadar benzediği ile var.

Pazar, Eylül 09, 2007

tatil

tatilin en güzel tarafı, günlük haberlerden uzak kalıp kafayı dinlemek. umberto eco'nun söylediği bir söz, benim adeta mottom: haber dünyanın en tehlikeli şeyidir der eco. yalnızca kullandığı dil itibarıyla değil, insanın algısını dün ile bugün arasında bir yerlere sıkıştırması, görüngü noksanlığına neden olması yüzünden de.

ben bu haberlerden yaklaşık bir haftadır uzağım. tatilime rock'n coke festivalindeki güzel konserler ile başladım. özellikle chris cornell ve manic street preachers, festivalin benim için iki sebebi, çok iyiydi. hadi chris cornell, yılların seattle müzisyeni, ondan zaten iyi bir şey bekliyor insan; ancak manic street preachers, brit konser geleneğinden beklemediğim ölçüde iyiydi ve rock'tı.

kötüler ise, ilgilenmediğim olağan kötüler -pentagram, özlem tekin ve rashit teoman kuplesi- dışında, smashing pumpkins ve franz ferdinand'dı. insana tuhaf geliyor, manic street preachers'ın olduğu yerde franz ferdinand'ın headliner olması; ama rock liyakata ve 'iyi'liğe göre ölçülmüyor. ne kadar dansettiriyorsan headliner olmaya da o kadar yakınsın.

iki kocaman bravo da hayko cepkin ve within temptation'a gider. hayko cepkin, her yerde izlenmesi gereken bir şahsiyet, ikna oldum.

sonra da tatil için güney'e, kaş'a geldim. kaş'ı kimseye anlatacak halim yok; ancak tatilin en güzel tarafı, nerede olduğundan çok, belki de nerede omadığın. gazete okumuyorum, haberlerden haberim yok. abdullah gül'ün karısının başörtüsü beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. şu andaki tek sorunum, yarın rüzgar olup olmayacağı.

kaş'ın en güzel tarafını söylemeden edemeyeceğim: munis ve güzel ve kedi ve köpekleri. belki ileride sevgilimin çektiği fotoğraflardan bir seçki yaparım. burada da bir mama aldık ve 'pet benefactor' olduk, o kadar yani.

abdullah gül mü dediniz? hah hah hah!!! umberto eco derim.

Cuma, Ağustos 31, 2007

milliyetçilik böyle bir şey

şu andaki akp-ordu peşrevinin konjonktürü mü, yoksa genelgeçer bir 'ulusçuluk' hali mi, ona karar veremedim; ama genelkurmay başkanı yaşar büyükanıt'ın erken doğan 30 ağustos bildirisindeki tona dikkat kesilmeden edemedim.

ilk paragraftaki 'yüce türk ulusu' her ulusun gereksindiği bir 'ayna ayna güzel ayna' olsa gerekir diye düşünürken, ilerleyen paragraflarda bu aynanın kahkaha aynasına dönüşmesini adım adım okuyorum:

"(...)Türk ulusunun 'doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudret' ile şekillenen"

bu tondaki içkin ırkçılık, türkler'e mahsus değil. ulus denen zehir, böyle 'self fulfilling prophecy'lere gereksinim duyuyor. ancak dünyada hangi ulusların bunu ritüel zemininden gerçekliğe taşımaya bizi kadar müsait olduğu, tabii ki bir araştırma ve tartışma konusu.

merak ettiğim bir konu da şu: diyelim ki, büyükanıt'la bir ortamda bir araya geldik. ben ona bir topluluğun doğuştan özelliklerinin olduğunu savunmanın siyasi sakıncaları bir yana, bilimsel olmadığını, hatta biraz da gaza getirmek amacıyla, atatürk'ün öngördüğü bilimsellikten uzak bir yaklaşım olduğunu söylesem acaba ne der? tabii ki atatürk'ün "muhtaç olduğun kudret" sözünü anımsatır. neymiş, ulusçuluk da çevresinde bir dogmalar örgüsü bulunan bir din imiş.

"(...)Atatürk'ün İlke ve Devrimleriyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni sonsuza kadar yaşatacak dinamik gücün temeli olmaya devam edecektir."

"sonsuz", ne kadar çekici bir sözcük!

kahkaha aynası demiştik. kendini olduğundan uzun ve heybetli görmek için iyi bir yol. yalnız, sen şişinirken, dua et de yanındakiler senin aynadaki çarpıtılmış imgene gülmeye devam etsin, şişinen sana değil.

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

tiksinmeye devam

iktidar olma hali dönüştürmez insanları. iktidar olabilme olasılığı dönüştürmeye başlar, çok zaman önce. tepeye yaklaşılan her adımda, bir zamanlar samimi bulmadığınız, yöntemlerinden nefret ettiğiniz, tiksindiğiniz insanlar gibi olduğunuzu fark edersiniz. erken fark eden çok az olsa gerekir; çünkü iktidara yaklaşıp da onun yılışık dilini benimsemeyen az kişi vardır.

zaman gazetesinin fethullah gülen'in mülayim gazetesi olarak yola çıktığı günden bugüne epey zaman geçti. şimdi, türkiye'nin en çok dağıtılan üç gazetesinden biri, ve iyi bir referans gazetesi olduğunu iddia ediyor. ancak popülerleştikçe, o imtina ettiği hürriyet gazetesinin dilini benimsiyor. kastım, 'laik' söylem değil, belaltı vurma potansiyeli.

birkaç gün önce nesin vakfı'nın şirince köyü'ndeki matematik enstitüsü'nün inşaatının kaçak olduğu için mühürlendiği haberleri gazetelere yansımıştı. , bunu kötü niyetten değil; ancak dalgınlıktan kaynaklı bir hareket olarak yorumlamış, bu yüzden de başlığını atmıştı. ali nesin de kesilen para cezasını ödeyeceklerini, mührün kaldırılması içni avukatının gerekli mercilere başvurduğunu söylemişti.

ama zaman gazetesinin acar taşra muhabiri, olayı takip etmeyi sürdürmüş ve eğitimin mühürlenen kampta devam ettiği sonucuna varmış. hepsi bir yana, özellikle fotoğrafaltına ve son cümleye dikkatinizi çekerim: "bu arada matematik için bir araya gelen öğrencilerin el arabalarıyla kampa taşıdıkları bira kutuları dikkat çekti." sanki oraya gelen öğrencilerin tek derdi, akşama kadar bira içip sızmakmış gibi. bu nasıl tiksinti verici bir dildir, bu ne menem bir linç arzusudur, benim dimağım almıyor. sanki muhabir, elinde olsa izmir'deki 'mütedeyyin' ahaliyi gaza getirip ellerine birer de kibrit tutuşturacak. öyle ya, izmir'in ne eksiği var sivas'tan!

ötekine tahammülsüzlük , hürriyet ile zaman'ı aslında aynı kılıyor. onlar, düşman kardeşler. ama yine de, ille de, 'aynı nesebin dölleri'.

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

herkes ikiyüzlü

devranın bu denli hızlı dönmesi, bir yanılsama; ancak işi olayları günlük bir görüngüden yorumlamak olanlar, bu yanılsamanın ayırdına varamıyorlar. vakti zamanında, ana akım medyanın kurmayları, o tiksinti verici çokbilmiş tonlarıyla erdoğan'a öğüt verirlerdi. bu tonun bugünlerde islamcı gazete yazarları tarafından ödünç alındığını görmek, nedense, şaşırtmıyor. tabii, onları 'öğüt tahtası'nda chp ve lideri deniz baykal var. amiyane olacak ama, düşene bir tekme vurma fırsatını, islamcı da olsa laik de, medya kaçırmaz.

chp'yi kurtarmaya soyunan islamcılar'ın temel önerilerinden biri chp'nin 'halka yakınlaşması'. ancak hiçbiri bunu akp'nin toplumsal politika alanındaki boşlukları chp'nin doldurma yetisi kazanmaya çabalaması olarak somutlaştırmıyor. neden? çünkü hiçbirinde akp'nin, örneğin, hayırseverlik mefhumuna dayanan neoliberal yoksullukla mücadele stratejisini eleştirme niyeti yok. ne gerek var ki, adamlar zengin ya da yoksul, türkiye'nin yarısının oyunu almış.

yazılar turalar atılıyor. postmodern zamanlarda zaman daha da hızlanıyor. warhol 15 dakikalığına şöhret demişti, şimdi 15 dakikalığına tutumlarımız var. 15 dakika sonra kullandığı yılışık, yapışkan dile bakılırsa, bugünün mazlumunun yarının zalimi olması olması kaçınılmaz görünüyor.

seçimler ve sonrası

bir türlü elim gidip de yazamadım. muhtemelen bu sınıf savaşında ezilecek çimenin yine ben olduğunu bilmemden kaynaklı. ancak bir yandan da, ben henüz ilkokula başlamamışken babamı yalnızca sendika üyesi olduğu için hapse gönderen, kızkardeşimin o hapisteyken doğmasına neden, mamak'ta, diyarbakır'da mahkumlara uyguladıkları işkenceler dillere destan, türkiye'nin en örgütlü silahlı çetesinin güzel bir şamar yemesi keyif vermedi desem yalan olur. hatta bunun keyfini iki gün falan çıkardım, ta ki ecnebi basındaki 'özgürlük kahramanı akp', 'özgürlüğü tescil eden seçimler' yorumları yağmaya başlayana kadar.

uzun sözün kısası, bu savaşın bu raundunun mağlubunun sevmediğim birileri olması, galibini sevdiğim anlamına gelmiyor. iki kötü ünlü takımın maçını seyreder gibiyim.

aslında yapmakta olduğumuz bu: izlemek. kimilerinin dediği gibi, güçsüzlüğümüzden kaynaklı bir 'izleme' hali değil bu; şu andaki 'ikilik' bu olduğu için, sol ne kadar güçlü olursa olsun, bu savaşı -beylik lafları eyledikten sonra- izlemek zorunda kalacaktı.

bundan sonrasının daha 'eğlenceli' bir hal alacağı kesin. kimse mevzisini halk denilen kalabalığın bir bölümü bir 'manifestasyonda bulundu' diye öyle kolay terketmez. halkın düşüncesini değiştirmesi için çalışmalar yakın gelecekte başlar. öteki taraf da boş durmaz. birkaç çete daha ortalığa saçılır, hatta bir rütbeli asker duruma göre okkaaltına sokulur.

bu arada, pkk, yapacağı ittifaka ya da kendine biçtiği role göre eylemlerini artırır ya da azaltır. sağda solda pkk menşeili -ya da değil- bombalar patlar, bir iki kişi daha öldürülür.

çimenler, çimenler...

Salı, Temmuz 17, 2007

oyak: altı ulusalcı kaval, üstü küreselci şişhane

bankasının satışı ile 'ulusal' kimliği tartışılmaya başlanan oyak adını daha sıkça görecek gibiyiz. askerlerden zorla yapılan kesintilerle oluşturulan 'kurum', türkiye'nin üçüncü büyük holdingi. demir-çelikten mayoneze kadar türlü alanlarda yatırımı ve varlığı var. üstelik etkinlik alanı türkiye ile sınırlı değil.

bu ayki express'te yer verilen oyak çözümlemesi, 9 temmuz tarihli today's zaman'da da benzer biçimde ele alınmış. oyak, türkiye'nin -ve tabii ki türk ordusu'nun- varlığını bir rahatsızlık nedeni olarak bellediği özerk kuzey ırak yönetimi'nde en çok yatırım yapan firma. tabii bunu 'ulusal' söylemde gedik açtırmamak adına taşeron ya da paravan şirketlerle yapıyor. tüm bunların kayıtları da kuzey ırak yönetiminde duruyor. hatta erbil'deki jet pistindeki inşaatların demirlerinin iran'dan geldiğinni anlaşılması üzerine abd yönetiminin inşaatı nasıl iptal ettirip demirlerin oyak tarafından karşılanması sonrasında inşaatı yeniden başlattığını herkes biliyor.

kuzey ırak yönetimi, bu durumu avantaja çevirmek için türk silahlı kuvvetleri'nin kuzey ırak'a düzenleyeceği herhangi bir operasyonun ucunun türkiye ekonomisine dokunacağını, kürdistan yurtseverler birliği ankara temsilcisi behroz gelali ağzıyla iletti. gelali'nin açıklamasında adı geçen oyak, hızla tepki gösterdi. açıklamada "bizim demirimizi alanın o demiri nerede kullanacağını nereden bilelim?" deniyor. ancak bu açıklama, hele oyak'ın kuzey ırak'ta iş yapmak için iş yaptığı firmalar isim isim bilinirken, komik kaçıyor.

isimleri merak edenler, bu ayki express dergisine bir göz atsın.

göz atılması gereken bir başka yazı da, avrupai sosyal demokratımız zeynep göğüş'ün hürriyet'teki şu yazısı. astsubaylardan kesilen paranın asla geri ödenmemesini 'küçük bir ayrıntı' olarak niteleyen biri, kendine nerede sosyal demokrat diyebilir? bildiniz: baykal'ın başkanı olduğu bir partide! ancak göğüş, entegrasyon konusunda haklı: oyak, küresel kapitalist sisteme en iyi entegre olan türk kurumu bile olabilir. ama bunu yaparken bir yandan da ulusalcı makamdan çalması, işte orası şişhane.

Perşembe, Temmuz 12, 2007

affedişin kırılma noktaları

unutma, affetmenin bir türü olduğunda, erdeme dönüşür. acı çektirilen, şiddete maruz bırakılan, kıyılan kitleler, affetme ve unutma hakkına sahip olurlar. bu hakkı kullanıp kullanmamak, onların tasarrufundadır. güney afrika örneğinde, apartheid rejimine yıllarca maruz bırakılanlar, kurulan gerçek ve uzlaşma komiteleri sayesinde kendilerini kurban konumuna getirenler ile yeniden 'tanışmış', onları affetmiştir. soykırımdan kurtula birçok israilli ise, nüremberg vb. mahkemelerin cezalandırma süreci bittikten yıllar sonra, nazi rejimi uygulayıcı ve işbirlikçilerini yakalayıp kendi ülkelerine, israil'e getirip orada yargılamışlar ve yarı resmi bir linç ortamında idam etmişlerdir. yirminci yüzyıl israiloğlulları'nın bu tutumu, onların aynı toprakları paylaştıkları filistinliler'e nasıl davranacakları konusunda ipuçlarını, görmesini bilene, zamanında sunmuştur.

türkiye'de ise affetmek mümkün değil; çünkü affetmesi gereken insanlar henüz affetme hakkını dahi elde edememiş durumda. şiddet uygulayan, kıran, kıyan iktidar, örneğin 12 eylül'den neredeyse otuz yıl sonra, “kendimi affettirmem” diyerek ortalıkta kurumlanıyor. 2 temmuz'un üzerinden geçen on dört yılda, şu andaki hükümet yetkililerinin tek dem vurdukları, olayın üzücülüğü, onların temsil ettiği çevrelerin daha sıklıkla dile getirdiği ise, klasik 'dış mihraklar' argümanı. hani, utanmasalar, anadolu'da görmek istemediğimiz hareketler diye formüle edecekler.

affetmek demişken, aklımdan geçiredurduğum varsayımsal bir durum var. pkk yarın bir açıklama yapıp dese ki, “tamam, biz silahları bırakıp teslim olacağız, cezamızı çektikten sonra da sivil siyasete atılacağız; ancak bunun için tek bir önkoşulumuz var. 1984'te diyarbakır cezaevi'nde yaşananlar için türk silahlı kuvvetleri'nin kamuoyundan ve özellikle kürt yurttaşlarından özü,r dilemesi ve bu konuda bir gerçek ve uzlaşma komisyonu kurması” yer mi? yemez. pkk kendi savaş rantından vazgeçmez; ancak türk ordusu da özür dilemesini bilmez. özür dilemesini bilseydi, altmış yılın ciltler tutan ihlal kayıtlarını ortaya birer birer dökmesi gerekirdi, ki bu da en az bir darbe kadar zaman alacak bir iş.

peki ne olacak? affetmesi gerekene bu hak tanınmaz, affedilmesi gereken de “affedilecek bir şey yapmadım” demeye devam ederse, uçurumun kıyısından dibine olan yol uzamaz mı?”

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

toplum hemşireleri

ana akım gazetelerin işi bugünlerde hayli zor. bir yandan artan milliyetçiliğe aslansın kaplansın muamelesi çekip, akp'yi kuzey ırak'a operasyon olasılığı ile hizaya getirmeye çalışacaklar; bir yandan da bu olasılık kuvveden fiile dökülmeye biraz yaklaşmayadursun, milliyetçiliklerinden ödün vermeden kahramanca geri çekilecek, operasyonun neden verimsiz ve anlamsız olduğunu anlatan liberal yazarlarını öne çıkaracaklar.

ip üzerindeki bu kamuoyu manipülasyonu oyununa baktıkça hem yüce yurttaşlarımın oltaya koşturan balığın zekasından daha fazlasına layık olduğunu düşünmekten vazgeçiyorum, hem de bu gazetelerin genel yayın yönetmenlerine ve çevresindeki ekibe 65 milyonu parmaklarının ucunda çevirme becerilerinden ötürü tiksintiyle karışık bir hayranlık duyuyorum. bu türlü bir kötülüğü benim aklım almıyor: acaba her sabah birbirlerine telefon edip "ertuğrul'cuğum, yarın biz biraz daha milliyetçi bir gazete çıkaracağız, siz bir günlüğüne iyi polisi oynar mısınız?" gibi laflar eyliyorlar mıdır?

ancak haberlerin çoğunda toplumu salak yerine koymanın en güzide örneklerinden birini görmek mümkün. sabah muhabiri metehan demir'in -kendisi asker artığı gazetecidir- abd türkiye büyükelçisi ross wilson'a verilen 'sert' notayı konu ettiği "son uyarıyı alan wilson şok oldu" başlıklı haberi, iyi bir örnek. sözkonusu notada, hükümet -ve kuzey ırak'a operasyon konusunda arkadan iten tsk-, yeni bir şey söylememişler. hatta, böyle bir nota, -ki malulen gazeteci demir belirtmediğine göre, bu bir nota bile değil; yani uluslararası ilişkilerde ciddiyeti tayyip'in herhangi bir gazeteye verdiği demeç kadar ancak olabilir- türkiye'yi yönetenlerin vuruşarak çekilme stratejisinin ya da abd ile çevir kazı yanmasın danışıklı dövüşünün bir parçası bile olabilir.

ama malulen gazeteci, bu tür derin çözümlemelere girmek yerine, yazdığı gazetenin ve kendi gazetecilik geçmişinin meşrebi uyarınca, düzeyli bir 'geçirdik' muhabbetini tercih ediyor. yazıya göre, mektubu alan wilson'un yüz hatları değişmiş! bizim malulen gazeteci o ana bizzat tanık olmadığına göre, ya meşrebi bu 'geçirdik' düzeyine yakın olan bir türk diplomat dostu olmalı, ya da 'sıkıyor' olmalı. ikisi de şaşırtıcı değil; ama zaten mevzu bu değil. mevzu, bir halkın özgürlüğünün kılcal damarlarına bastıktan sonra adına milliyetçilik denen oksijen maskesine nasıl mahkum edilerek ömür boyunca 'high' kalmaya, kendini milliyetçilik aracılığıyla 'iyi' hissetmeye zorlanması. oksijen tüpü bittiğinde toplum, yükselen işsizliği, toplumsal adaletsizliği, uluslar aşırı şirketlere peşkeş çekilen bir ülkeyi hisseder gibi oluyor. tam o sırada, malulen gazeteci gibi toplum hemşireleri, ellerinde yeni oksijen tüpleriyle kapıdan içeri seğirtiyorlar. yeni tüpler takılıyor, sürekli koma hali devam ediyor.

Salı, Haziran 26, 2007

onlar eremesin muradına

hudson enstitüsü'nin türkiye'de yaygara koparan raporunun tsk'yi gerekirse yalan söylemeye itebileceğini de gördük. gördüğümüz diğer bir şey de, abd'nin akp'ye yekpare destek verdiği balonunun sönüşüydü. bu balonun sönmesile arkadaki gerçek daha bir görünür oldu. a) abd, çoklu oynar: oyun alanındaki tüm aktörleri, güçlerine göre değerlendirmeye alır ve yakınında tutmak ister b) bunun farkında olan tsk'nin yapmaya çalıştığı, oun alanında kendisinden güçlü hale geldiğini gördüğü akp ve yükselen islamcı burjuvaziyi içeride ezmek, dışarıya da 'bu ülkede esas oğlan benim, hesaplarınızı ona göre yapın.' mesajını vermektir. bu yüzden, yakalanacak iki üst düzey pkk üyesinin akp'nin işine yarayacağı öngörüsü, ahlaklı olmasa da tutarlı bir öngörüdür, bunun üzerinden siyaset belirlenmesi de kaçınılmazdır.

benim ilginç bir gözlemim, genelkurmay'ın yasemin çongar'ı suçlaması üzerine, meslektaşlarıın gösterdiği dayanışma oldu. türk medyası mensupları, zoru görünce kuyruğu kıstırıp kaçma alışkanlığını yıllar süren anti-demokratik uygulamalar sonucunda öğrenmiştir. örneklerini önceden defaten gördük. tsk'nın daha önceki anti-demokratik açıklamalarını -en hafifinden- 'asker konuştu' başlığıyla veren 'liberaller', 'ben öyle demek istememiştim'ciler, yazılarına balans ayarı geçenler...

ancak sözkonusu olan yasemin çongar olunca işler farklılaştı. keramet hem yasemin çongar'da, hem türkiye'nin küreselleşmeye bağlı sivilleşme sürecinde, hem de buna koşut olarak tsk'nin iyice saçmalamaya başlamasında.

bugün ibrahim karagül yeni şafak'ta yazıyordu. hudson enstitüsü'nün türk şahini kızı zeyno baran, ağustos'ta tükiye'de matt bryza ile evleniyormuş. karagül haklı olarak soruyor, "acaba düğüne kimler katılacak?" diye.

umarım eremezler muratlarına.

Çarşamba, Haziran 20, 2007

oyakbank: hürriyet'teki okuyucu yorumları

noktalama hataları bana ait değildir, ama italik yorumlar bana aittir.

"Erdemir'i yabancıya satılamaz, stratejik tesistir diye satın alanlar, önce Erdemir'in yarısını Fransızlar'a (savunma ihalesine sokmadığımız ülke), sonra da oyaki yabancilara satıyor. Generallerimizden muhteşem bir ekonomik strateji dersi daha aldik." (onlar mikroekonomide daha iyiler. en iyi örneği de tahsin şahinkaya ve ilhami erdil)

"Ulusal onur diye bir kavram vardi bir zamanlar. Atatürk bize bu ulusal onuru miras birakmişti. Ama şimdi o mirasi yiyip bitirmeye çalişiyorlar. Her şeyi yabancilara satmak zorunda miyiz ?.. Her şey para mi oldu bu ülkede? Onur da paraya çevrilmez ki!.. Bu bankadaki tüm mevduatimi çekiyorum. İngilizlere kullandirtmam paramı." (eee, kem küm, adı ING diye ingiliz olmak zorunda değil. ama olsun, o da gavur bu da gavur)

"Birakin boykot ettiğimiz fransizlarla ortakliği, oyakin ermeni toplantilarinin sponsoru axa ile ortakliği hala devam ediyor, 'biz iğneyi kendimize batirmadikça adam olamayiz' para işin içine girince her şey değişiyor demek ki!"

"Oyakbank para basiyor kim almak istemez.askerlere otomatikman atm karti çikartiyor ve buralardan asker ailelerinin yaptiği havalelerden bile 8.00 ytl aliyor. hesabi siz yapin nasil para kazaniyor."

"Sayin ulusoy burada halki yaniltmaktadir oyakbankin ordu mali olmadiğini söyleyerek,evet ordunun değil ama ordu mensuplarinin kurduğu oyak'in malidir.tüm ordu mensuplari maaşlarini buradan almaktadir,tüm bilgileri bu bankada kayitlidir.bu banka zarar etmiyor ki, karli bir kuruluştur. (nasıl kar ettiğini yukarıdaki yorum açıklamış) satışından elde edilecek değer, götüreceğinden daha az olacaktir. her konuda ulusalciliktan bahseden paşalarimiz bu konuda neden susmaktadirlar. her şey para midir. kendimize ait hiçbir değer kalmayacak midir."

"Erdemir için söylediklerinde ne kadar samimi olduklari belli oldu! Işte size 'sözde' olanlar!!!"

"Ulusoy bu banka ordu'nun bankasi değil derken kelime oyunu yapiyor. Tabiki ordu'nun bankasi değil ama ordu mensuplarinin maaşlarindan yillarca oyak'a kesilen paralarin nemalanmasi ile oluşmuş bir kuruluştur. Bence şu andan itibaren tsk ya ulusoy'u bu konuşmasini düzeltmeye davet etmelim veya bu banka ile çalişmadan vazgeçmeli." (tabii, tabii, tsk koymuş 2.7 milyar doları cebe, işi gücü yok, bir de itiraz edecek. akp bütçeden o kadar para versin, bakın türk-islam sentezi günlerine dönüyor muyuz dönmüyor muyuz!)

"Oyak deve kusu misalidir. Yeri geldiginde milli sermayedir herkes ona saygi duymali ve oyak vergi vermemelidir. Yeri geldiginde ise yabancilarla (hem de fransizlarla) kol kola olabilecek bir organizasyondur. Satmadan önce tüm komutanliklardaki devlet bankalari def edildi ve yerine oyak subeleri acildi. Simdi de bir yabanciya satiliyor. Telekomun ihalesinde stratejik altin hisse diye tutturan ilgili kurumdan tatmin edici bir aciklama beklemiyorum. Ulusalcilar neredesiniz, göremiyorum sizi!" (onlar bu sıralar nostaljik bir öfke ile kavruluyorlar)

"Aslinda başlik doğru bence: oyakbank ordunun bankasi değil.oyakbank ordu mensuplarinin sömürülmesiyle ortaya çikmiş bir kuruluştur.dolayisiyla sömürülenlerin böyle bir kuruluşa sahip olmalari da söz konusu değildir. Bu satişi kiniyorum." (ben bir adım beriye gidip askerlerin sömürülmesiyle ortaya çıkmış bir bankanın varlığını kınıyorum)

"Vay canina! Demek ki millet uyutulmuş şimdiye kadar. Oyakbank'in orduya ait izlenimi verilerek ordu mensuplarindan ve halktan bunca yil destek gördü şimdi anliyorum gerçeği. Sümerbank da ayni izlenim doğrultusunda peşkeş çekildi o halde." (e aynı uyanışı mesela şu e-muhtıra gibi olaylarda da sergilesen ya kardeşim, o zaman aslında memleketin en 'özde' vatanseverler tarafından nasıl peşkeş çekildiğini bile görürsün.)

"Oyakbank askerlerin değilmiş! Peki öyle diyelim yönetim kurulu niye emekli paşalardan oluşuyor. Yillarin oyak ismi ordumuz ve ordu mensublarinin birikimleri ile özdeşmiştir. Bu hikayeye kim inanir. Bunu böyle diyeceğinize günümüz global dünya ve menfaat düzeni böyle işliyor bizde ticaret ve iş yapiyor ve kar ediyoruz demekten neden çekiniyorsunuz? Üzücü olan, Erdemir'in milli bir kuruma satılması için söylenmeyen söz kalmamıştı. Şimdi bu nasil izah edilecek onu düşünüyorum."

bir millet mi uyanıyor nedir? hem de bu millet!

oyakbank: memleket komedileri

bugünkü gazetelerin birçoğunun manşetinde, o değilse baş sayfasındaydı. hem yeni şafak, hem hürriyet bu fırsatı kaçırmamıştı. yeni şafak, silahlı kuvvetler'e bir darbe vurmanın daha sevinciyle "2.6 milyar dolar bulunca oyakbank'ı hollandalı'ya sattı" demiş. acaba avuç içi açık olan sağ eli, yumruk biçiminde sıkılı olup yere dik duran sol ele havadan hızlıca vurmak, günah mıdır? değilse, yeni şafak çalışanlarının hepsinin bunu yaptığından şüphem yok.

hürriyet gazetesi, bankanın yönetim kurulu başkanı coşkun ulusoy'un erdemir ihalesi sırasındaki 'ulusalcı' çıkışını muzipçe, ama yukarıdan bakan bir dille anımsatmış ve "tişörtlü şov rafa kalktı" başlığı atmış. başkötü özkök de homo ekonomikus'un dönüşü başlıklı yazısında "evladım, olur böyle şeyler, kapitalizm neleri kimleri yola getirmedi, sizi de elbet getirir." kıvamında bir yazı yazmış. yazıyı okurken özkök'ün şefkatli elini ulusoy'un omzunda hisseder gibi oldum.

ama asıl komik olanı, cumhuriyet'in başlığı: "oyakbank da gitti". başlıktaki yavuz turgul filmi havası, öldürdü beni!

Perşembe, Haziran 14, 2007

arkadaş sohbetinde "yabancı sermaye" -2-

hazine müsteşarlığı dün öğleden sonra “uluslararası doğrudan yatırımlar raporu 2006”yı yayınladı. bir kısmı bugünkü bazı gazetelerde var. çok kısa notlarla birkaç gündür süren tartışmada ortaya konan anafikirler hakkında detaylı değerlendirme olanağı sunacak rakamları sergileyelim;

2006’da tüm dünya ekonomisinde uluslararası doğrudan yatırımların bir önceki yıla göre artış oranı yüzde 34,3 olmuş. türkiye’de ise bu oran yüzde 105,7 olarak gerçekleşmiş. yani türkiye, dünya ortalamasının üç kat üstünde yabancı sermaye çekmiş.

20 milyar 168 milyon dolarlık türkiye’ye gelen yabancı sermayenin 2 milyar 922 milyon doları, şu çok tartışılan yabancılara gayrimenkul satışıyla sağlanmış. yani istihdam, üretim, gelir artışına katkısı sıfır. tabi adamların aldıkları gayrimenkullerde (konut, arsa, vs...) çalıştırdıkları hizmetliler hariç. (ki çalıştırırlar mı bilmiyorum) haa, tabi denebilir ki “bu para da sonuçta bu ülke insanının cebine girdi”. evet, doğru ama cebine bu yolla para girenlerin sayısının toplasan bini geçmeyeceğini düşünürsek topyekun kalkınmaya mı yoksa yeni zenginler yaratılmasına mı hizmet ettiği, ediyorsa da ne kadar ettiği de tartışılır.

toplam yabancı sermaye tutarının 15,4 milyar doları şirket birleşme ve devralmalarıyla sağlanmış. bunun 13 milyar 239 milyon doları da sadece beş şirketin, telsim, denizbank, finansbank, türk telekom ve petrol ofisi’nin satışından sağlanmış. 1 milyar 768 milyon dolar da özelleştirilen kuruluşların 2006’da gerçekleşen satış bedeli tahsilatlarıyla elde edilmiş.

hazine, ernst & young’ın birleşme ve satın alma işlemleri raporu’ndan alıntılar yapmış. bu rapora göre de birleşme ve satın almaların ulaştığı toplam tutar 18,3 milyar dolar görünüyor. değeri açıklanmamış işlemlerle bu rakamın 19,2 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. aradaki rakamsal farklılıklar iki kurumun sorumluluğunda...

yabancı sermayenin gözde sektörleri yüzde 44 payla finans, yüzde 40,5 payla telekomünikasyon olmuş.

şimdi iki çarpıcı (benim açımdan) veri var. birincisi yeni yatırımlarla ilgili. türkiye’ye son beş yılda yabancılar tarafından 1007 yeni yatırım için başvuru yapılmış. bunların tamamı teşvik belgesi almış. toplam tutarları 12 milyar 260 milyon dolar olmakla birlikte ne zaman bitecekleri konusunda raporda ayrıntı yer almamış. 2002’den itibaren yer verilen proje bilgilerinin hangilerinin tamamlanıp kaç kişiye istihdam sağladığı da belirtilmemiş. ancak bu 1007 projeden “tamamen yeni/sıfırdan başlatılan proje” olarak belirlenenlerin sayısı 431 olarak ifade edilmiş. yani toplamın adet olarak yüzde 43’ü. tutar olarak ise tamamen yeni projelerin bedeli 4 milyar 550 milyon dolar. yani toplamın yüzde 37’si. tamamen yeni projelerin sayısının da önceki yıllara göre 2006’da azaldığı görülüyor. 2003’te 101 olan sayı, 2006’da 82’ye gerilemiş.

iki çarpıcı veriden bana göre asıl çarpıcı ve dikkat çekici olansa şu: hazine, son 6 yıl itibariyle yabancı sermaye giriş tutarlarını verirken kazançlarından yeniden yatırıma yönlendirilen bölümleri de açıklamış. buna göre 2001’de giren 3 milyar 352 milyon dolarla 2002’de gelen 1 milyar 137 milyon doların tek kuruşu bile yeniden türkiye’de yatırıma yönlendirilmemiş. hadi diyelim ki kriz yıllarıydı, kar sağlayamadılar. 2003’te 1 milyar 752 milyon dolar girmiş. bu parayla elde edilen kazancın 132 milyon dolarını yeni bir yatırımda kullanmışlar. 2004’te 2 milyar 883 milyon dolar girmiş, kazancın 204 milyon doları yeniden yatırımlara dönmüş. 2005’te 9 milyar 801 milyon dolar yatırım yapan yabancı sermaye 81 milyon doları tekrar yatırımlara akıtmış. ve 2006’daki 20 milyar 168 milyon dolarlık rekor girişin yeniden yatırıma dönen kazanç tutarı 144 milyon dolar olmuş.

sadece şu beş şirketin geçen yılki karının bile 3 milyar doların üstünde olduğunu düşünürsek türkiye’de kullanılan 144 milyon dolara teşekkür etmemiz mi şükretmemiz mi gerekiyor? ben bilemedim.

Çarşamba, Haziran 13, 2007

freudian slip

Bugünkü Yeniçağ gazetesinde -kendisi MHP'nin 'sokağa dönük' muhalif kanadının gazetesidir- Altemur Kılıç'ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni ve onun özelinde rantın kamu sağlığının önüne geçmesini eleştiren bir yazısı var. Ancak yazıda eleştirdiği "Rant Hırsı", yazının başlığına "Hrant Hırsı" olarak yansımış! Başlık da şöyle olmuş: "Hrant hırsıyla kör olanlar, 'kamu yararına' kör bakarlar!"

Yorumu size bırakıyorum.

Salı, Haziran 12, 2007

tsk, adnan hoca el ele!

bugünkü yeni şafak gazetesinde bilim araştırma vakfı'nın tam sayfa bir ilanı var. adnan hocacılar'ın vakfı, darwin'den girip lenin'den çıktıkları standart bir tam sayfa ilanı bu gazeteye ve zaman'a verir durur; ancak bu seferki farklı. adnan hocacılar, son günlerdeki 'şehit enflasyonu' üzerine, türk silahlı kuvvetleri'ni güçlendirme vakfı'na bağış kampanyası başlatmışlar.

ne diyeyim ki, ceza'nın şarkı sözündeki gibi, "müttefik de belli değil, ittifak da". laik türk silahlı kuvvetleri'ne yeni finansal destekleri hayırlı olsun.

hamiş: acaba vakıflar genel müdürlüğü'nde hangi vakfa yılda ne kadar bağış yapıldığı ile ilgili bir kayıt var mıdır?

Pazartesi, Haziran 11, 2007

arkadaş sohbetinde "yabancı sermaye"

Bir arkadaş e-sohbetinden:

"Yabancı sermayeye karşı bir duruşu bayraklaştırmaya çalışan bir eğilim içerisinde değilim. Bu anlamda, son dönemde yükselen ve “ulusalcı” diye tanımlanan akımla yakınsayan bir duruşum zinhar yoktur. Ülkeye yabancı sermaye gelişine karşı “memleket elden gidiyor” feveranıyla yanıt veriyor da değilim. Aksine sermayeye yaklaşımım sadece “sermaye” oluşu eksenindedir. Yerlisi-yabancısına karşı “daha sıcak-daha yakın” veya “daha soğuk-daha uzak” bir duruşum yoktur. Böyle olduğu içindir ki daha bütünsel bir bakışla neyi nasıl yaptığına, önceliklerinin ne olduğuna bakarak fikriyatımı ve hissiyatımı belirlerim. Ancak Bahadır’ın iyiniyetle ortaya koyduğuna inanmakla birlikte paylaşmadığım önermesi şudur ki; memlekete daha çok girmesi istenen yabancı sermaye, mevcut pratiğiyle yaratacağı savunulan istihdam artışını sağlayamamakta, artıracağı öngörülen kalkınmayı gerçekleştirmemektedir. Ülkeye gelen yabancı sermayenin odaklandığı tek şey, “kısa vadeli ve kolay” kardır. Bu durum, tercih ettiği sektörlerden bellidir. En azından ben bu mevzuları biraz daha yakından izleyip fikir oluşturmaya başladığım dönemden beri bu böyledir. Hal böyleyken, “yabancı sermaye gelmezse memleket kalkınamaz, bu işsizlere iş bulamayız” söylemini sürdürmek, en iyimser deyimle safdillik olacaktır. Sürecin normal denebilecek bir seyirle vücut bulduğu koşullarda söylenmesi doğru olan bu ifade, yıllardır değişmeyen olumsuz bir pratiğin yaşandığı Türkiye’de hakim ve egemen medya söyleminin ötesine geçememektedir. Ki, ben her birinizin medyadaki en akıllı geçinenden bile çok daha akıllı, zeki ve analiz yeteneği yüksek beyinler olduğunuzu biliyorum. Aslında kaba hatlarıyla herkesin bildiği yabancı sermaye akışını birkaç rakamla detaylandırayım:

Hazine ve Merkez Bankası verilerini derleyen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, “Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Ekonomik Büyüme ve İstihdam Üzerindeki Etkileri” başlıklı çalışmasında mevzuyu irdeliyor. Ve şunu vurguluyor; Türkiye’ye sadece son iki yılda giren 30 milyar dolara yakın yabancı sermayenin 11 milyar dolarlık bölümü BANKALARA, 9.6 milyar dolarlık bölümü ulaştırma-haberleşme sektörüne, 2.2 milyar dolarlık bölümü imalat sanayiine, 1.5 milyar dolarlık bölümü de toptan ve perakende sektörüne girmiş. Ancak bu tutarın tamamı şirket birleşme ve devralmalarına yönelmiş. Yani yeni yatırım SIFIR. Haa, haklarını yemek alçaklık olur. Tabii ki yeni bir girişim, yatırım olarak ülkeye gelen yabancı sermaye de var. Ama gelmesini meşrulaştırmak için ısrarla savunulan nimetleriyle bizleri tanıştıracak ölçüde değil. 2007’nin ilk iki ayında 6 milyar 875 milyon dolarlık yabancı sermayenin 5 milyar 671 milyon doları da bankalara akmış. İmalat sanayi, toptan-perakende ve ulaştırma haberleşme sektörlerine giren kaynağın önemli bir bölümünün Dünya Bankası’nın yan kuruluşu IFC’nin kriz döneminde zor duruma düşen firmalarla kurduğu ortaklıktan geldiğini de anımsatayım.

Esasen anlamakta güçlük çektiğim mevzulardan biri de bazı söylemleri geliştirirken takınılan “iyiniyetli” tutumdur. Türkiye gibi ülkelerde her birimizin 33-34 yıllık hayatlarında örneklerini defalarca gördüğü bir gerçek bana göre şudur; Sistem, varlığını suç üstüne kurmuştur. Önce suçu yaratan sistem, daha sonra yönetsel kademelerdekileri suça bulaştırarak bir nevi meşruiyet kazanmaktadır. Suçun, kirliliğin, hadi daha yumuşak bir ifadeyle söyleyelim, ters dönen çarkın içinde yer almak istemeyenlerin birer “ifrazat” haline geldiği de bir gerçekliktir. Bu zihniyet, binbir örnekle kendini gösterir, dahası hakimiyetini fütursuzca ilan ederken sistemin içine girerek, hatta bunun için “hırslanarak”, oyunun “aynı oyuncularla” daha “temiz” olacağını söyleyebilmek ne kadar gerçekçidir. Gerçekten ülkenin kalkınmasını, istihdamın artmasını, hadi buraya da indirgemeyelim ekonomik ve sosyal-bilimsel-kültürel kalkınmanın sağlanmasını gerçekleştirmek için mevcut yapısıyla sermayeye güvenenlere bir anekdot aktarayım;

Takip edenler bilir, bu hükümet 5 yıla yakın süren iktidarında pek çok şey yaptığını, eksik kalan tek şeyin istihdam artışını sağlayamamak olduğunu bizzat Başbakan’ın ağzından söylüyor. 22 Temmuz için hazırladıkları seçim bildirgesinde de en büyük kozlarından biri kalkınma olacak. Kalkınma başlığıyla en temel argümanları istihdam artışının sağlanacağı olacak. Bu, söylemde kulağa hoş geliyor değil mi? Ama gerçek öyle değil...Önceki gün Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, OSTİM’de sanayicilerle buluştu, onların sorunlarını dinledi. 70 işçi çalıştırdığını, firmasının tek kuruş vergi borcu olmadığını söyleyen bir sanayici, ısrarla bankaların kendilerine karşı tutumundan şikayet etti. Ve tertemiz bir bilançosu olmasına rağmen kredi almakta güçlük çektiğini anlattı. Bakandan bankaların bu tutumu için yardım istedi. Birkaç kez ısrar edip “kredi alamazsam zor durumda kalacağım” deyince Unakıtan’ın yanıtı kısa ve net oldu. Hem de onlarca kameranın önünde hiç çekinmeden: “Niye zor durumda kalacaksın ki. Her zaman 70 işçiyle çalışılmaz ya. İŞÇİ ÇIKAR”

Şimdi “kimse kusura bakmasın” demeden ve açıkçası kimin hangi kusura baktığını önemsemeden şunu söylemek zorundayım: Benim önümde bu ve hergün onlarcası tekrarlanan benzerleri dururken ne sermayeye ne de onun güdümündeki siyasete inanmam."

"anca gidersin"

yürüyen kullardan biriydi ufuk güldemir; liberalleşen türkiye'de kendine bir yol açmasını, doğru zamanda doğru yerde durmasını bilen bir müteşebbis gazeteci. kendisini habertürk adlı savaş çığırtkanı rezaletin kurucusu olarak biliriz. "halk böyle istiyor" sözünü cesurca bir hamleyle çöpe atmış, halkın neyi isteyeceğini belirleyebilecek gücü olduğunu yedi düvele kanıtlamaya and içmiş egomanyak. işin ilginci, saadet zinciri içindeki gazetecileri de kendi yalakası yapmayı becerebilmiş biri. üst düzey gazetecilikle 'haysiyet' arasındaki korelasyonun yüksek eksilerde gezdiğinin canlı örneği.

artık canlı değil. başarılı bir yaşam sürmüş olabilir; ama yaşamı pislik ve çarpıtma üzerine kuruluydu. onun medya kanalında "islamcı-solcu-manken" koalisyonu diye aşağıladığı savaş karşıtı topluluğun bir üyesi olarak, ölümüne üzülmedim. onun gibiler ne kadar eksilse ben o kadar mutluyum; çünkü onun gibiler ne kadar eksilirse, ırak'ta ya da dünyanın başka bir yerinde bir çocuğun kör bir kurşunla ölmesi olasılığı o kadar azalıyor.

ingilizler'in bir lafı vardır: "good riddance" diye. "anca gidersin" diye çevrilebilir.

Cuma, Haziran 08, 2007

her rezalet bir fırsattır

ilaç endüstrisinin nelere vakıf olduğunu, the constant gardener filmini izlemeden önce de biliyordum; hatta filmde anlatılan olayların benzerlerinin -türkiye'de bile- yaşandığından ve yaşanmakta olduğundan emindim. bu yüzden, nijerya'daki olay şaşırtmadı.

şaşırtmayan bir başka şey de, türkiye'deki halkla ilişkiler sektörünün duayenlerinden biri sayılan, bersay adlı bir şirketin başındaki ali saydam'ın, akşam gazetesindeki yazısında olayı algılayışıydı.

halkla ilişkilerin gerçeklik ile görüntü arasındaki dengeyi gerektiğinde görüntü lehine çevirecek bir iş olduğunu zımnen itiraf ediyor ali saydam. pfizer'ın 'üçüncü sınıf' insanları onların rızası olmadan denek olarak kullanmasının onların iletişim uzmanına bir fırsat sunduğunu bile söylüyor utanmadan.

ah, unutmuşum, bu iletişimcilik işi utanarak yapılacak bir iş değil sanırım. öyle olsa sevgili duayenimiz katliam derecesindeki bu olayı değerlendirirken "İnsana, “İyi ki Pfizer’in iletişimden sorumluları arasında değiliz” dedirtecek bir durum" diye geçiştiriyor. Olayın etkisinin değil de kendisinin vehameti hakkında bir söz bile yok. hatta akıllı bir iletişimcinin elinde, pfizer'ın deneylerinde ölen her çocuk yeni bir fırsat olabilir, değil mi?

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

ulus'taki bombalama

bu toz dumanda baki kalan soru, kimin yaptığı. bu bombalamanın kürtler'in türkiye'de bir kez ağır bir tokat yedikleri siyasal yaşama yeniden katılma çabalarına pek de katkıda bulunmadığı kesin. bunun gibi bir olay daha, kürtler'in yoğun bir kampanyayla parlamento dışında tutulmasının yolunu daha bir açar. yani, eğer kürt hareketi, monolitik bir yapı olma özelliğini az çok koruyorsa, onlar için böyle bir eylem, aptalca olur.

ama buradaki anahtar sözcük, 'monolitik'. kürtler, öcalan yakalandıktan sonra onun da katkıları ile uzunca bir süre yalpaladılar. bu yalpalamanın hala devam ettiğinin en iyi göstergesi, seçimlere nasıl bir strateji ile gireceklerine son ana kadar karar verememiş olmaları.

kararsız kalmalarının bir nedeni, güneydoğu'da kendi iktidarlarını belediyeler aracılığıyla oluşturmuş olmaları. 'iktidar' derken kastım, bir rant dağıtım mekanizmasını ele geçirme ve kullanma. bu iktidarın tadını türkiye parlamentosu'na girerek ekşitmenin gereksiz olduğunu düşünen kürt elitlerinin sayısı az değil. çünkü parlamento'da bir grup, çok yakından takip edilip açıkları aranacak, bulunamazsa sürekli tehdit altında ve pek de kısık olmayan bir ateş üstünde bekletilecek bir grup demek. malum, türk siyaseti soğanı pembeleşinceye kadar kavurmayı sever.

durum bu iken, kürtler arasındaki bir rant kavgasının tezahürünün bir patlayıcıya dönüşmesi ne kadar şaşırtıcı olabilir?

sanat yapıtının alıcısı

efes pilsen one love festival'da bu yıl kendisine headliner payesi biçilen topluluklardan biri de, brooklyn funk essentials. topluluk, türkiye'ye ilk kez o günlerde henüz taze ve enerjik olan fuji world music days çerçevesinde gelmişti. sahnede gerçekten de 'funky' idiler.

sonra o günlerde henüz alıp başını gitmeyen crossover çalışmalardan birini yaptılar laço tayfa ile. "in the buzzbag" adlı o albüm, türkiye'de çıkmış, gelmiş geçmiş en iyi çiftkültürlü crossover iş oldu. craig harris ve barbaros erköse'nin yine o günlerde yayınlanan, aynı ruha ama farklı bir janra sahip "istanbul"u ve burhan öcal'in cemaleddin tacuma ile yaptığı "groove alla turca" o kadar da tutmadı. "in the buzzbag" kıpır kıpır bir albümdü, funk'tan ska'ya uzanan batılı ritmler, trakya'nın fıkır fıkır ritmleri ile çok başarılı bir biçimde bir araya gelmişti.

sonra albüm kısıtlı bir kitleden kurtulup, istanbul'daki kulaktan kulağa mekanizmasının yardımıyla popüler oldu. istiklal caddesi dükkanlarındaki vazgeçilmez yerini aldı ve popülerliğin hakkını vermeye başladı. ama dinleyici kitlesi değiştikçe, sanki dinleme biçimi, daha doğrusu müziğin çevresindeki konnotasyon da değişti. ilginçtir, benim için bu albüm, bir sanat yapıtının yaşadıkça bitmemiş kalışının en güzel örneğidir. şimdi popülerleşmenin hakkını vermekle birlikte, bambaşka bir müzikal anlam kazandı.

o müzikal anlam çerçevesinde, iyi ya da kötü müzik yaptıklarından bağımsız olarak, hüsnü şenlendirici ile birlikte çıkacakları konsere gitmek istediğimden emin değilim.

Salı, Mayıs 22, 2007

doğan ailesinden yardım ve yataklık

yardım faslını hürriyet gazetesi, o iğrenç haberiyle yaptı. hürriyet gazetesinin ne mal olduğunu biliyoruz zaten. ama biraz daha 'duyarlı' gazete görünümünde olan milliyet de bugünlerde yataklık faslına el atmış durumda. şöyle ki:

19 mayıs günü gazetenin online versiyonunda DTP'nin Hedefi Meclis'te Güçlü Grup başlıklı bir yazı çıktı. bu yazıya yapılan yorumlardan biri, şöyle idi:

"Kürt fasistleri partisi
barzaninin, talabaninin, aponun cocuklarısınız, teröristsiniz. . demokrasi sizin neyinize? size yasam hakkı bile tanınmamalı
[09:58 - zeplnus] "

ben de bunun üzerine milliyet'in okur temsilcisine şöyle bir e-posta gönderdim:

"Yorumun özellikle son cümlesi, hukuken suç teşkil etmektedir. Anlaşılan Milliyet'in yorumlarda kullandığı bir "moderation" mekanizması yoktur, ya da bu durumda, ya gözden kaçmış, ya da anlaşılmaz bir hoşgörü uygulanmıştır.

Her koşulda, aşırı milliyetçi web sitelerinde, Hrant Dink'in ya da Hıristiyan misyonerlerinin öldürülmesinin az çok benzer bir tonda 'kutlandığını' anımsatır, Milliyet web sitesinin moderatörlerini duyarlı olmaya çağırırım.

Son olarak, Avrupa'daki gazetelerin web sitelerinde, bu tür nefret mesajları gönderen kullanıcılara uygulanan yaptırımların benzerinin bu örnekte uygulanmasını rica ederim."

doğruyu söylemek gerekirse, uyarımın dikkate alınıp mesajın silinmesini bekliyordum. ama yine de aynı yorum köşesine, yorumun yazarı olacak herife, bu yazdığının suç olduğunu ve cezai kovuşturmayı hak ettiğini belirten bir mesaj yazdım. mesajım yayınlanmadı bile.

ama bu arada, o mesaj yerinde dururken, başka bir mesaj yayımlanmış:

"[10:48 - leee_35] Bunları
bunları ve bunlar gibileri ipe takıp sallandırmak gerek"

anlaşılan milliyet gazetesinin moderatörleri de, bugünlerde asıp sallandırmalı, boğaz kesmeli, arkadan vurmalı 'milliyet'çiliğin prim yaptığına kanaat getirmiş olmalılar.

tabii, hiç şüphe yok, örneğin patrik bartholomeos bir suikaste kurban giderse, 'hain saldırı' manşetleri gelecektir. ama 'yataklık' baki kalacak.

yüzbaşı iti boku mu, fethullahçı polisin biber gazı mı?

cumhurbaşkanlığı seçimleri süresince olup bitenler hakkında çokça yazılıp çizildi. o sırada 'kronik gözleyici' konumunda bulunmamdan ötürü pek bir şey yazamadım; ama aslında yazılacak o kadar çok şey var ki.

birincisi: türkiye'de laiklik diye bir şeyin uzun süredir olmadığı, olan şeyin iktidar kavgasının muhtelif özneleri arasında olduğu açık oldu. ama bir yandan, ironik bir biçimde, tam da bu 'exposition' süresince, bu iktidar kavgası, 'laiklik' perdesinin arkasına gizlendi. sonuçta ortaya, ordunun tankın namlusunu doğrultmaktan çekinmeyeceği, mağdurun ise mağduriyetini uzatmalara götürüp 'halk'tan ekstra puan almayı umduğu tuhaf bir tablo çıktı.

türk silahlı kuvvetleri'nin türkiye'nin 'muassır medeniyetler seviyesi' hedefinin zoraki iteleyicisi olmaktan bu hedefin gereklerini eli belinde kuşkulu gözlerle tarayan bıçkın mahalle abisi konumuna evrilmesi, ibret verici. ancak bu, akp'nin hakikaten gönlümüzün mağdur kahramanlar katına yükselmeyi hakettiği anlamına gelmiyor. akp, maradona gibi, bir dünya kupası öncesinde tekmeleri yeyip sinirlendiği için kırmızı kart gören; bir sonraki dünya kupası'nda ise şahane hünerlerine elle gol atmayı ve bunu "allah'a" -kendisi tanrı demişti; ama akp'liler sevmez öyle tanrı manrı- bağlamayı ekleyen büyük futbolcu. ne de olsa bu ülkede maüdur olduktan sonra elle gol atmak bile mubah.

ancak bir yandan, türk silahlı kuvvetleri'nin tankları türkiye'nin büyük millet meclisi'ne her zaman olduğu kadar yamuk açılı, bir yandan da meclis'in içinde meclis'ten büyük bir muhafız alayı var. muhafızın hıfzı nedir, herkes bilir, kimse söylemez. bir yandan da genelkurmay başkanlığı türrkiye'nin büyyük millet meclisi'ne yürüyerek on dakika uzaklıkta. asker millet olmanın vaciplerinden biri.

bir diğeri de, melih gökçek'in iğrenç şehri ile askerlerin rekreatif yeşil alanları arasında ehven-i şer seçimi yapmak zorunda kalmak.

ya da, diyarbakır ve istanbul'dan iki örneği füzyon mutfağı yapalım: laik bir ordu'nun yaptığı darbenin hemen sonrasında yüce türk ordusu'nun yüce yüzbaşısının yüce köpeğinin bokunu mu yemeyi tercih edersiniz, yoksa takıyyeci iktidarın fethullahçı valisinin bir o kadar fethullahçı polislerinin 1 mayıs şef spesiyalitesi biber gazını mı?

en başında 'birincisi' diyerek söze başlamıştım. bunun ikincisi falan yok; tek perdelik ortaoyunu, adı da "türkiye cumhuriyeti".

Cuma, Mart 16, 2007

belki iyilik vardır

haberi okuyunca, neden bilinmez, duygulandım:
http://www.hurriyet.com.tr/yasam/6135082.asp

Salı, Şubat 27, 2007

sıfır eraş negatif milliyetçilik

hrant dink cinayetiyle birlikte, türkiye'deki dokunulmazlardan biri olan 'milliyetçilik' de tartışmaya açılmış oldu. bu tartışmadan kısa erimli sonuçlar beklemek iyimserlik olur; ancak atatürk'ün farklı farklı açıları hedef gösteren altı okunda da kendine yer bulmuş milliyetçiliğin bir tabu olmaktan çıkmaya başlaması bile, hele bu ülke gibi insanların asker doğduğunun varsayıldığı bir ülke için, olumlu.

tabii bu tartışmanın sulandırılmaya çalışılması şaşırtıcı değil. bu sulandırma çabalarının biri, ertuğrul özkök'ün başını çektiği "milliyetçileri sevelim, onlara kabuklu yemiş atmayalım" yaklaşımı, bir diğeri de ismet berkan'ın köşesinde dillendirdiği "pozitif / negatif milliyetçilik" ayrımı. ilkinin hangi saiklerle yapıldığı malum, benim derdim ikincisiyle.

milliyetçilik, moderniteyle birlikte yaşamımıza giren, 'hayali cemaatler' oluşturma üzerine kurulu bir ideoloji oluşturma çabası. dünyanın birçok topluluğunda farklı kıvamlarda da olsa tutan bir maya. tarihsel görüngüde inişleri ve çıkışları olan, sovyetler'in dağılmasıyla birlikte mikro milliyetçilik türünden örneklerine tanık olduğumuz bir akım. bu akımı 'pozitif / negatif' diye ikiye ayırmaya kalkışmak, her şeyden önce, tarihselliğe bir meydan okuma. ikincisi, bizi tüm felsefi, toplumbilimsel, siyasi kavramları bu tür bir ikili ayrıma tabii tutmanın doğal olduğu düşüncesine iten bir düşünsel kakofoni daveti. üçüncüsü, türkiye'nin milliyetçilik ile olan imtihanı düşünüldüğünde, anlama ile aklama arasındaki çizginin inceldiği, tehlikeli bir siyasi tutum.

neyse ki, basındaki entelektüel isimler, böyle bir ayrımın aculluğu üzerine kalem oynatıyor. işin güzel tarafı, sıfatının başına milliyetçiliği övünerek kondurmakta halel görmeyen kesimlerin dahi rağbet etmediği bir ayrım. hoş, onlar bunu "hepimiz türküz icabında" gibi bir tutumun körlüğünün etkisi altında yapıyorlar; ama olsun.

malum, bu günlerde düşmanını tanımak gerek.

Cuma, Şubat 02, 2007

dink cinayeti -7-

dün tgrt haber bülteninde yayınlamış, bugün birçok gazetede manşet: samsun'da samast'ı yakalayan polis ve jandarmalar, türk bayrağını eline tutuşturup samast ile birlikte poz vermişler. türkiye faşist cumhuriyeti'nin kolluk güçlerinin aslında 'koltuk' güçleri olduğunun daha iyi kanıtı olamazdı. bu ülkenin güvenlik güçlerinin cumhuriyet'in başından bu yana kabarık sicilini bilmeme rağmen, ne kadar düşülebileceği konusunda yeni ufuklar görüyorum sayelerinde.

aşağıdaki iki yorum, hürriyet'in yorum köşesinden:

"Marifet iltifata tabidir, denir.Marazi hallerin bu kadar çok iltifat gördüğü bir toplumda, elbette bu kadar çok marazi kahramanda çıkar!..Şöyle geriye dönüpte bir bakarsak,şimdiye kadar kimler kimler için,"Türkiye seninle gurur duyuyor!" nidalarıyla ortalığı ayağa kaldırdığımızı da görmüş oluruz. İşte o zaman ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılır."

anlaşılan o ki bizim ülkemizde kirli eller her yerde. bir cinayet işleniyor, bir kadın dul kalıyor, iki tane kız çocuğu babasız kalıyor. o dul kalan kadın eşini, hayat arkadaşını sonsuza kadar kaybeden kadın, kimseleri suçlamayıp barış ve sevgi mesajları veriyor, acısını içine gömüyor... peki biz ne yapıyoruz, buna karşılık dink'i öldüren adamı kanun dediğimiz asayiş dediğimiz yerde kahraman ilan edip resimlerini çekiyoruz. tebrikler, ben bir "türk" olarak bu görüntülerden utanç duydum...

ilgisiz görünecek; ama az önce emniyet müdürlüğü sözcüsü, basın açıklamasında şunu dedi: "uyuşturucuyla mücadele konusunda, biliyorsunuz, ülkemizin çok büyük bir yeri vardır."

freudian slip'e az kalmış.

hrant dink cinayeti -6-

dün arkadaşlarla kendi aramızdaki e-posta trafiğinde yazıştıklarımız:

"Limanlar özelleştirildikten sonra, denetimin de cılkı çıktı. Trabzon'daki limanın ortaklarından biri, Hayyam Garipoğlu. Trabzon, bulunduğu konum itibarıyla, Doğu'dan gelen uyuşturucunun Batı'ya taşınabileceği en ideal mekanlardan biri. Trabzon'daki milliyetçi ortamın yükselmeye başlaması ile limanların özelleştirilmesinin aynı tarihlere denk düşmesi, sonra da Reşat Altay'ın oraya atanması sizce rastlantı mı?

Liman demişken, illegal uydumuz Kıbrıs'ın 'stratejik önemi' yalnızca coğrafyadan mı ibarettir? Yoksa Yaşar Öz'ün oralarda dolaşmasına ve tutuklandıktan sonra hemen salıverilmesine neden olan başka 'stratejik' vaziyetler mi vardır?

Bu işin havayolu uzmanının vaktiyle Turgay Ciner olduğu söylenir. Ha, Mustafa Süzer'I unutmamak gerek. Siz Kentbank'ın gerçekten battığına inanıyor musunuz? Vakti zamanında Şırnak'ta üç şubesi, Silopi'de bir şubesi olan Kentbank'ın. Yoksa acaba bu, bir 'izini kaybettirme' operasyonu muydu?

Bir diğer merak ettiğim şey de, TSK'nin bir yarbaya hazırlattığı, bir iki gün gazetelerde görünüp sonra kaybolan 'uyuşturucu' raporu. Orada, Türkiye'nin yıllık uyuşturucu ticareti hacminin, UNDOC rapolarında belirtilenin neredeyse on katı, 100 milyar dolar olduğu yazılmıştı. Sonra rapor çekildi, bir daha da görünmedi. Ordu neyden rahatsız oldu acaba?

Acaba Sedat Peker, birkaç yıl önce neden Urfa'ya bu kadar sık gidiyordu?

Hatta devam edelim, acaba Bahtiyar Aydın'ı kim öldürmüştü?

100 milyar dolar, bu ülkenin ticaret hacminin ne kadarı eder a dostlar?

Kabul etmek gerekir, biz kirli bir ülkeyiz. Bu ülkenin sözde yurttaşları, azgın çoğunluğu, belki de bilinçaltlarında zehir parasıyla geçindiklerini bildikleri için bu kadar çirkef, bu kadar mafyacık, bu kadar faşisttir."

"Limanlar mevzusu önemli. Trabzon limanı Garipoğlu'nun. Özelleştirilen ilk limanlardan biri olan Rize limanı da Ciner'in. Ciner'in işletmesindeki Rize limanında özel kuvvetler timlerinin kontrolünde uyuşturucu nakli yapıldığının devletin istihbarat raporlarına bile girdiği söylentileri bir dönem Ankara'da ortalığı kasıp kavurmuştu. Liman-İş Sendikası, vakti zamanında Ciner'in Rize limanı üstünden bu haltları yediğine dair çok ciddi iddialar ortaya attı. İddiaların kaynağı da bizzat limanda çalışan işçilerdi.

Reşat Altay ismine dikkat çekmek gerek. Son birkaç gündür basın da ilgi gösteriyor bu şahsiyetsiz şahsiyete yeniden. Ancak google vasıtasıyla bile ulaşılabilecek birçok bilgiyi es geçiyorlar. Bakın ben anlatayım, bu Reşat Altay'ın bütün emniyet müdürlükleri memleketin kilit noktalarında olmuştur. İki tanesinden söz edeyim. Çanakkale Emniyet Müdürlüğü. Hep İstanbul'la özdeşleşen Boğaz geçişlerinin diğeri. Hem de buradaki görevi sırasında kısa bir dönem Veli Küçük de aynı bölgede komutanlık yapıyor. Diğer görevi bu Reşat beyin kilis Emniyet müdürlüğü. Sanırım Kilis'in de sınır geçişleri açısından önemini ayrıca belirtmeye gerek yok.
Diğer görevlerine bakarsak; Bursa Emniyet müdürlüğü. Bursa, çetelerin faaliyet alanı anlamında değilse bile gizlenme, kamufle olma anlamında en önemli merkezlerinden biri. Vakti zamanında Yeşil ve şu anda Çorlu'da legale dönüp tüccarlık yapan Bozo lakaplı ortağının bir uyuşturucu trafiğine dair bir Tunceli milletvekilinden bazı bilgiler almıştım. Adamın iddiaları gerçekten çok ciddiydi. İsim isim adam bildirip, plaka numaraları verip üç araçla Bursa Çelik Palas Oteli'ne uyuşturucu ve silah götürüldüğünü iddia etmişti. Çelik Palas'ta malların Yeşil ve Bozo tarafından alınacağını, bu malların Almanya Münih Türkgücü Spor takımı aracılığıyla Avrupa'ya sokulacağını iddia etmişti. Haberi yazmamın ardından Münih'te Ülkücüler resmen protesto mitingi yaptı, kalabalık vaziyette. Ardından Cem Özdemir, mevzuyu bir soru önergesiyle Alman Parlamentosu'na getirdi. Ve Alman Parlamentosu'nda mevzuyu araştırmak üzere bir komisyon kuruldu. Sonra bu komisyon bana bilgiyi aktaran milletvekilini bile dinledi. Sözkonusu milletvekilinin kızı, ki o zamanlar Ferhat Tunç'un kliplerinde falan oynayıp güzellik yarışmasına katılmıştı, bu Bozo denen adam tarafından tehdit edildi. Bozo'nun faaliyetlerini vakti zamanında, henüz Yeşil bile bilinmezken Gerçek Dergisi'nden öldürülen gazeteci Namık Tarancı'nın defalarca yazdığını da yıllar sonra elime geçen dergilerden öğrendim.

Reşat Altay'la ilgili dikkat çekici bir not daha; Üzeyir Garih cinayetinin faili olduğu belirtilen Yener Yermez'i hatırlar mısınız? Geçen gün internetten Reşat Altay'ı araştırırken gördüm, Yener Yermez'in firari döneminde telefon konuşmalarının izlenebilen bölümünden yapılan takiple tespit edildiği ilk yer Bursa. Eleman deşifre olup ya da edilip ismi ortalıkta dolaşmaya başladıktan sonra (belki de ondan da önce) soluğu Bursa'da almış. O günlerde Bursa Emniyet Müdürü, tahmin edeceğiniz gibi Reşat Altay. Ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile İçişleri Bakanlığı'nın tamamen devrede olduğu bir dönemde pek de gerekmediği halde Altay, Yener Yermez'in yakalanmasının an meselesi olduğunu falan açıklamış. Yener, çok geçmeden yakalanmış. Ama anımsarsınız Bursa'da değil Kayseri'de. Ve ne gariptir ki bir yolcu otobüsünde seyahat halindeyken. Kimbilir, belki de bugünlerde ortalıkta gezinen "büyük abi"lerden daha büyük büyük bir abi bu bebelere aynı aklı veriyor. "Gidin otobüse binin, keyfinize bakın. Gelip sizi alacaklar" falan diyor.

Sonra geçen yılın son aylarında Bursa'da bir albay olayı patlamıştı, anımsayan var mı. Soyadı Yeşil'di galiba albayın, otopark mafyasının tetikçileriyle bir örgüt kurup rüşvet almakla suçlandı. Üç beş gün cezaevinde kalıp çıkardılar, tutuksuz yargılanıyor. Otopark mafyasının albayla ortaklık yapan tetikçileri kim çıkmıştı dersiniz? İtirafçı PKK'lılar. Veli Küçük'ün uzunca bir dönem Kocaeli İl Jandarma Komutanı olduğunu da hatırlatırsak üçgen tamamlanıyor mu?

Kocaeli-Bursa-Çanakkale.

Sonra Karadeniz üçgenine bakın. Ordu Valisi Kemal Yazıcıoğlu. Giresin İL Jandarma Komutanı Veli Küçük. Tokat Valisi soyismini anımsayamadığım Ayhan. Hani şu Tikko'nun Çankırı'da bombalayıp öldüremediği adam.

Trabzon konusunda da bir not. Trabzon, Jitem'in en eski üslerindendir. Trabzon'da Cem Ersever de istihbarat şube başkanı olarak görev yapmıştı vakti zamanında. Geçenlerde bir eski devrimcinin anılarını okudum da bir yerde, Ersever'in tezgahından onlarca Trabzonlu solcunun geçtiğinin anlatıyordu."

Pazartesi, Ocak 29, 2007

dink cinayeti -5- reşat altay

can dündar'ın 27 ocak cumartesi tarihli yazısı, geçtiğimiz cuma günü görevden alınan trabzon emniyet müdürü reşat altay'ın 'yazılmamış anıları' üzerineydi. bugün ise, radikal'de, neşe düzel'in ömer laçiner ile bir söyleşisi vardı. başlık çok güzel: "bütün faşist cinayetler pusuda işlenir"

"Zaten bütün faşist cinayetleri pusuda işlenir. Bunlar namerttirler. Dövüşerek, vuruşarak cinayet işlemezler bunlar. 1970'lerde ülkücüler tarafından öldürülenlere bakın, yarıdan fazlası pusuda öldürüldü. Gelip arkadan vurmak, tipik bir faşist cinayetidir."

kalbimin yağı eridi erimesine; ancak türkiye, ömer laçiner'in söyleşinin sonunda anımsattığı kararı vermişe benziyor: "Türkiye toplumu kendi içinde bir düşünsel ve manevi hesaplaşma yaşamak zorunda. Vicdanlı bir toplum mu olmak istiyor, yoksa vicdanını iptal etmiş bir toplum mu olmak istiyor. Başka toplumlarla insanca bir arada yaşamak mı istiyor yoksa insanlığından vazgeçmiş bir toplum mu olmak istiyor? Hangisi?"

bütün faşist cinayetler pusuda işlenir işlenmesine; ama ya tüm ülke bir pusu mekânına dönüşürse? o zaman ne yapılır?

Perşembe, Ocak 25, 2007

dink cinayeti ve futbol

verkaç sitesinde cihan çiloğlu'nun dink cinayeti üzerinden türkiye ve beşiktaş'ı karşılaştıran bir yazısı var. onun yazdıklarını tamamlayan bir gelişme de burada. ben de dayanamadım, bu haberi görünce bir yorum yazdım; yukarıda verdiğim ilk linkte okuyabilirsiniz.

Çarşamba, Ocak 24, 2007

dink'in ardından -3- bir ceza istiyorum

bugünkü star gazetesinden:

"Hrant Dink cinayetini soruşturan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin daha önce de Susurluk, Malki cinayeti ve Türkbank ihalesi gibi birçok önemli davayı üstlendi. Davaya bakacak savcı olarak da Alaaddin Çakıcı, Sedat Peker ve Erol Evcil operasyonlarını soruşturan Selim Berna Altay atandı. Başsavcı Engin, Susurluk davasını soruşturduğu sırada zamanın İzmit Jandarma Komutanı emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün, Abdullah Çatlı ile olan telefon görüşmelerini de tesbit etmişti. Küçük, Meclis Susurluk Komisyonu’na ifade vermeyi de reddetmişti. Veli Küçük’ün adını ilk kez Susurluk davasında ortaya çıkaran ancak o dönem asker olduğu ve izin alınması gerektiği için Küçük’ün ifadesine başvuramayan Başsavcısı Engin’in, Dink’i ölümünden önce tehdit ettiği ileri sürülen ve şu anda sivil olan Veli Küçük’ün ifadesini alıp almayacağı merak konusu oldu."

asker rötuşlu, apoleti ve kara parası bol ülkemiz için bir sınav daha.

dink'in ardından -2-

insanı kahreden şeylerden biri, dink'in öldürülmesinin ardından gelen ikiyüzlülük dalgası. perihan mağden, dünkü birgün'de bunu öyle iyi özetlemişti ki:

"Derin Efendiler Bu Korku Tiyatrosu'nu sahnelerken 301 Çiçek memnundu, mesuttu. Hiçbirimiz içeri "tıkılmış mıydık?". Yooo, aksine süründürülüp, süründürülüp beraat etmiştik. Bi tek Hrank Dink. Bi tek Hrant Dink 6 ay mahkûmiyeti yemişti. Bi tek Hrant Dink, pardon da Ermeni'ydi."

"İki Büyük Gazete'nin genel yayın yönetmenleri cinayetten sonra yastaydılar. Hem koyu mu koyu bir yastaydılar (...), hem de akıl fikir doluydular. Yas ve fikirleme med-cezirleriyle huzurlarımızdaydılar!

Her zamanki gibi akılcık fikircikleri mini minnacık kaplarına sığamıyordu. O canlı yayın senin, bu benim bağlanıp demeç (ve tabii ne/ne/ne akıllar!) vermekle meşguldüler. Büyük Gazetenin İzmirli yönetmeni Özkök, bu suikaste gitmemize neden olan "iklim"i suçluyordu. Oysa bu memlekette iklim yaratan/yaratık-landırabilen birisi varsa, söz konusuysa, birine "ikli-matör" ismini takmamız gerekiyorsa, o kişi Özkök'tür bana kalırsa. Son bir yılda, iki yılda Hürriyet Gazete-si'nin, Sabah Gazetesi'nin manşetlerini tarayıverin bir. Linç Kalabalıklarına, Linç Psikolojisine, Tatlı Su Milliyetçiliğine, Ermeni Düşmanlığına, Irkçı Vibrasyonlara, kimmm neden olmuş, manşetleriyle, yazılarıyla? Orhan Pamuk'la ilgili "milli histeri" yaratıklan-dırmasını Hürriyet Gazetesi mi yapmış, babam mı?

Sen hemm "Mevsim Anormalliklerini"! belirleyeceksin habire yayınlarınla, manşetlerinle; sonra da müsebbibi olduğun iklimin masum bir kurbanı edasıyla çıkıp timsah gözyaşlarını saçmaktan imtina etmeyeceksin. Helal olsun!"

özellikle hürriyet adlı, isminin karşısında duran her şeyle müsemma gazete, bu ortamına yaratılmasında bir veli küçük'ten daha etkili ve daha güçlü. hani 'derin devlet' adını koyduğumuz, bilmem kaç kişinin oluşturduğu bir çekirdek örgüt tahayyyülümüz var ya, işte, şayet o 'derin devlet' bir örgüt değil de bir halet-i ruhiyyenin cisimleşmesiyse, hürriyet de bu ruh halinin beslenmesinin en önemli aktörü.

bunlar unutulacak. oray eğin'in yazdığı acı gerçek: bu ülke için değmez. birinin bunu yazması gerekiyordu. bu ülkenin yurttaş olamamış, tek derdi 12 eylül'den sonra inşa edilen rant sistemi içinde yukarılara tırmanmak olan kalabalıkları için değmez.

dink'in ardından -1-

ölümü anlamlandırmaya başladığım yaştan beri, çok şükür, yakınlarımdan kimsenin ardından gözyaşı dökmek zorunda kalmadım. hatta o kadar şanslıyım ki bu konuda, yaşamanın bazen ip cambazlığına dönüştüğü bu ülkede, içime oturan son kaybım, 1991 yılında oldu.

bu yüzden bir dostum ölünce nasıl bir tavır takınacağımı bilmiyorum. bugüne kadar kötü bir şey olduğunda göğüslemekten korktum. arkadaşlarımın anneleri-babaları öldüğünde bile elim telefona gidip arayamadım. nedenini bilmiyorum, o anda söylenecek şeyleri söylemek istemediğim içindir muhtemelen.

hrant dink'in öldürülmesinde farklı bir şey oldu. ilk üç gün, ne olup bittiği anlamadım. gazeteleri şaşkınlığın getirdiği bir soğuklukla takip ettim. ama dün, cenaze görüntülerini görünce, sevdiğim birinin ölümünün nasıl bir şey olduğunu ilk kez bu kadar acıtıcı biçimde anladım. üç gündür bir damla damlamayan gözyaşı, şu son iki gündür sel olup akıyor.

ancak yalnızca hrant dink'in ölümüne akmıyor o gözyaşları. bu ülkeye solcu olarak 'düşmenin' bahtsızlığına, 'uygun koşullarda' 60 milyonun yarısının böyle bir cinayeti pekala onaylayabilecek olmasına, bu ülkede olup bitenlerin cezasız kalmasına akıyor.

en güzel örneği, veli küçük. kocaeli'de mafya babalarıyla içli dışlı olan, telefon kayıtları ortalığa dökülen, buna rağmen silahlı kuvvetler tarafından -tahmin edilebilecek nedenlerle- bir türlü soruşturulmayan, emekli olduktan sonra sedat peker tayfasıyla takılan, bu arada kendi özel güvenlik şirketini kuran, danıştay cinayetinin failiyle aynı karede fotoğraf veren, dink'in duruşmasına katılan, ardından dink'in kardeşinin ifadesine göre hrant dink'i tehdit eden veli küçük. emekli tuğgeneral veli küçük. silahlı kuvvetler'in şerefli bir neferi. derin devlet denilen şeyin cisimleşmiş hali.

veli küçük'ün tüm çalımıyla bu topraklarda caka satabilmesi, adalet hissi bakımından osmanlı devleti'nin son günlerinden bile daha geride olduğumuzu gösteriyor. en azından ermeniler'in vahşice katledilmesine neden olanlar, o dönemin daha hassas koşullarında bile yargılanıp cezalandırılmışlardı. şimdinin katilleri ise bırakın yargılanmayı, taltif ediliyorlar.

bugünün radikal'inde taner akçam'ın dediği üzre, "Hrant, 'Türkiye tarihiyle yüzleşmek zorundadır', dediği için vuruldu. 2007'de Hrant'a kurşun sıkan, sıktıran eller, 1915'te de Hrantlara kurşun sıkan, Ermenileri çölde boğan el aynı ellerdi. Hrant'a kurşun sıkanlar bize bir mesaj yolluyorlar. Diyorlar ki, "Evet! 1915'te yaptık 2007'de de gerekirse gene yaparız." Hrant'ı vuranlar, onu Türklük adına vurduklarını düşünüyor. Tıpkı 1915'te Hrant'ları vuranların söylediği, yaptığı gibi... "

umut denen şey de, insan bedeni gibi, milyonlarca hücrenin birbirine neredeyse mucizevi bir bağla bağlanmasından oluşuyor. ama bu ülke öyle bir ülke ki, bu umudun dört bir yanına kanserler, virüsler hemen yerleşiveriyor. o umudun ölüşünü çaresizce gözlemliyorsunuz.