Pazartesi, Haziran 11, 2007

arkadaş sohbetinde "yabancı sermaye"

Bir arkadaş e-sohbetinden:

"Yabancı sermayeye karşı bir duruşu bayraklaştırmaya çalışan bir eğilim içerisinde değilim. Bu anlamda, son dönemde yükselen ve “ulusalcı” diye tanımlanan akımla yakınsayan bir duruşum zinhar yoktur. Ülkeye yabancı sermaye gelişine karşı “memleket elden gidiyor” feveranıyla yanıt veriyor da değilim. Aksine sermayeye yaklaşımım sadece “sermaye” oluşu eksenindedir. Yerlisi-yabancısına karşı “daha sıcak-daha yakın” veya “daha soğuk-daha uzak” bir duruşum yoktur. Böyle olduğu içindir ki daha bütünsel bir bakışla neyi nasıl yaptığına, önceliklerinin ne olduğuna bakarak fikriyatımı ve hissiyatımı belirlerim. Ancak Bahadır’ın iyiniyetle ortaya koyduğuna inanmakla birlikte paylaşmadığım önermesi şudur ki; memlekete daha çok girmesi istenen yabancı sermaye, mevcut pratiğiyle yaratacağı savunulan istihdam artışını sağlayamamakta, artıracağı öngörülen kalkınmayı gerçekleştirmemektedir. Ülkeye gelen yabancı sermayenin odaklandığı tek şey, “kısa vadeli ve kolay” kardır. Bu durum, tercih ettiği sektörlerden bellidir. En azından ben bu mevzuları biraz daha yakından izleyip fikir oluşturmaya başladığım dönemden beri bu böyledir. Hal böyleyken, “yabancı sermaye gelmezse memleket kalkınamaz, bu işsizlere iş bulamayız” söylemini sürdürmek, en iyimser deyimle safdillik olacaktır. Sürecin normal denebilecek bir seyirle vücut bulduğu koşullarda söylenmesi doğru olan bu ifade, yıllardır değişmeyen olumsuz bir pratiğin yaşandığı Türkiye’de hakim ve egemen medya söyleminin ötesine geçememektedir. Ki, ben her birinizin medyadaki en akıllı geçinenden bile çok daha akıllı, zeki ve analiz yeteneği yüksek beyinler olduğunuzu biliyorum. Aslında kaba hatlarıyla herkesin bildiği yabancı sermaye akışını birkaç rakamla detaylandırayım:

Hazine ve Merkez Bankası verilerini derleyen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, “Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Ekonomik Büyüme ve İstihdam Üzerindeki Etkileri” başlıklı çalışmasında mevzuyu irdeliyor. Ve şunu vurguluyor; Türkiye’ye sadece son iki yılda giren 30 milyar dolara yakın yabancı sermayenin 11 milyar dolarlık bölümü BANKALARA, 9.6 milyar dolarlık bölümü ulaştırma-haberleşme sektörüne, 2.2 milyar dolarlık bölümü imalat sanayiine, 1.5 milyar dolarlık bölümü de toptan ve perakende sektörüne girmiş. Ancak bu tutarın tamamı şirket birleşme ve devralmalarına yönelmiş. Yani yeni yatırım SIFIR. Haa, haklarını yemek alçaklık olur. Tabii ki yeni bir girişim, yatırım olarak ülkeye gelen yabancı sermaye de var. Ama gelmesini meşrulaştırmak için ısrarla savunulan nimetleriyle bizleri tanıştıracak ölçüde değil. 2007’nin ilk iki ayında 6 milyar 875 milyon dolarlık yabancı sermayenin 5 milyar 671 milyon doları da bankalara akmış. İmalat sanayi, toptan-perakende ve ulaştırma haberleşme sektörlerine giren kaynağın önemli bir bölümünün Dünya Bankası’nın yan kuruluşu IFC’nin kriz döneminde zor duruma düşen firmalarla kurduğu ortaklıktan geldiğini de anımsatayım.

Esasen anlamakta güçlük çektiğim mevzulardan biri de bazı söylemleri geliştirirken takınılan “iyiniyetli” tutumdur. Türkiye gibi ülkelerde her birimizin 33-34 yıllık hayatlarında örneklerini defalarca gördüğü bir gerçek bana göre şudur; Sistem, varlığını suç üstüne kurmuştur. Önce suçu yaratan sistem, daha sonra yönetsel kademelerdekileri suça bulaştırarak bir nevi meşruiyet kazanmaktadır. Suçun, kirliliğin, hadi daha yumuşak bir ifadeyle söyleyelim, ters dönen çarkın içinde yer almak istemeyenlerin birer “ifrazat” haline geldiği de bir gerçekliktir. Bu zihniyet, binbir örnekle kendini gösterir, dahası hakimiyetini fütursuzca ilan ederken sistemin içine girerek, hatta bunun için “hırslanarak”, oyunun “aynı oyuncularla” daha “temiz” olacağını söyleyebilmek ne kadar gerçekçidir. Gerçekten ülkenin kalkınmasını, istihdamın artmasını, hadi buraya da indirgemeyelim ekonomik ve sosyal-bilimsel-kültürel kalkınmanın sağlanmasını gerçekleştirmek için mevcut yapısıyla sermayeye güvenenlere bir anekdot aktarayım;

Takip edenler bilir, bu hükümet 5 yıla yakın süren iktidarında pek çok şey yaptığını, eksik kalan tek şeyin istihdam artışını sağlayamamak olduğunu bizzat Başbakan’ın ağzından söylüyor. 22 Temmuz için hazırladıkları seçim bildirgesinde de en büyük kozlarından biri kalkınma olacak. Kalkınma başlığıyla en temel argümanları istihdam artışının sağlanacağı olacak. Bu, söylemde kulağa hoş geliyor değil mi? Ama gerçek öyle değil...Önceki gün Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, OSTİM’de sanayicilerle buluştu, onların sorunlarını dinledi. 70 işçi çalıştırdığını, firmasının tek kuruş vergi borcu olmadığını söyleyen bir sanayici, ısrarla bankaların kendilerine karşı tutumundan şikayet etti. Ve tertemiz bir bilançosu olmasına rağmen kredi almakta güçlük çektiğini anlattı. Bakandan bankaların bu tutumu için yardım istedi. Birkaç kez ısrar edip “kredi alamazsam zor durumda kalacağım” deyince Unakıtan’ın yanıtı kısa ve net oldu. Hem de onlarca kameranın önünde hiç çekinmeden: “Niye zor durumda kalacaksın ki. Her zaman 70 işçiyle çalışılmaz ya. İŞÇİ ÇIKAR”

Şimdi “kimse kusura bakmasın” demeden ve açıkçası kimin hangi kusura baktığını önemsemeden şunu söylemek zorundayım: Benim önümde bu ve hergün onlarcası tekrarlanan benzerleri dururken ne sermayeye ne de onun güdümündeki siyasete inanmam."

Hiç yorum yok: